"Önce para kazanmayı seçen, gerçek
tasarılarını zengin olacakları zamana, daha ileriye saklayan insanlar
pek haksız sayılmaz. Yaşamaktan başka bir şey istemeyenler ve en büyük
özgürlüğe yaşam adını verenler, salt mutluluk peşinde, arzularını ya da
güdülerini doyurma, yeryüzünün sınırsız zenginliklerinden hemen
yararlanma peşinde koşanlar, bu gibiler, her zaman mutsuz olacaktır.
Kendileri için bu tür ikilem olmayan, ya da bununla pek az karşılaşan
bireylerin bulunduğunu kabul ediyorlardı, bu gibiler ya çok yoksuldular
ve biraz daha iyi yemekten, biraz daha iyi barınaktan, biraz daha az
çalışmaktan başka istekleri yoktu; ya da baştan böyle bir ayrımın
önemini hatta anlamını kavrayamayacak kadar zengindiler. Ama günümüzde
ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne de çok
yoksul durumda: zenginlik düşleri görebiliyorlar ve zenginleşebilirler:
işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor.
Öğrenim görmüş, ardından vatani hizmetini şereflice yerine getirmiş farazi bir genç adam yirmi beş yaşlarında kendini, anasının karnından çıktığı günkü kadar çıplak bulur ama yine de bilgisiyle, teorik olarak, umabileceğinden daha fazla paraya sahiptir. Yani bir gün gelip kendi dairesine, yazlık evine otomobiline, müzik setine sahip olacağını kesinlikle bilir. Yine de bu baş döndürücü vaatlerin insanı çıldırtasıya beklettiğini düşünür: bunlar, iyi düşünülecek olursa, kendi yapıları gereği evliliği, doğacak çocukları, manevi değerlerin, toplumsal davranışların ve insani tutumların gelişimini de içine alan bir sürece dahildir. Kısacası genç adam durmak oturmak zorundadır, bu da onun on beş yılını alır.
Bu tür bir gelecek pek iç açıcı değildir. Sövüp saymadan, kimse buna
angaje olmaz. "Ne yani –diyecekler çiçeği burnundaki genç adam–
şiirleri, gece trenlerine, sıcacık kumlar düşleyen ben, çiçekli kırlarda
gezeceğim yerde, günlerimi bu camlı bürolar ardında mı geçireceğim,
terfi etme umutlar mi besleyeceğim, hesaplar mı yapacağım, entrikalar mı
çevireceğim, isteklerime gem mi vuracağım?" Ve kendini avuttuğunu
sanarak, taksitli satışların tuzağına düşer. Düştü mü de tam düşer:
sabretmekten başka çıkar yolu kalmayacaktır artık. Ne yazık ki
çektiklerinin sonuna geldiğinde, genç adam artık eskisi kadar genç
değildir; üstelik de önceki mutsuzluğuna ek olarak, sanki yaşama geçip
gitmiş, bu yaşam bir hedef değil salt çabalamaymış gibi görünebilir; bu
düşünceleri kafasından uzaklaştıracak kadar aklı başında ve tedbirli
olsa bile –çünkü yavaş yavaş yükseliş ona büyük deneyim kazandıracaktır–
kırk yaşına geleceği ve işine ayırmadığı birkaç saatçiğinin de yazlık
ve kışlık evlerinin dayanıp döşenmesiyle, çocuklarının eğitimiyle
geçeceği bir gerçektir."
Benim mutsuzluğum da galiba bu zenginlik düşleri noktasında başlıyor. "Zengin değilim, olabilirim..." tekerlemesi zararsız bir oyundan daha tehlikeli bir hal galiba. Yo asla hırslarım, egolarım ve girişimcilik ruhum olduğu sanılmasın-tam tersine hırssız, egosuz bir memur ruhluyum. Şansıma iyi bir ailede dünyaya gelip iyi bir okulda okudum. Şimdi de iyi bir işim var, yine şansımın da yardımıyla yöneticilik yapar bir hale bile geldim. Bu sayede her gün üstümde, paralelimde, yanımda, altımda kim varsa küfrediyorum ve her geçen gün hepsinden daha fazla nefret ediyorum. Ama ne yaparsın, ekmek parası diyerek her sabah kalkıp duş alıyor, traş oluyor ve evden çıkıyorum. Sayısaldan bir şey çıkmadığı sürece de ömür boyu sürecek bir döngü bu.
Bir süre sonra yolun yarısına varacağım Cahit Sıtkı takvimine göre. Fakat Peder Bey takvimi geçerliyse o noktadan geçeli birkaç sene oluyor. Emekliliğimeyse topu topu 26 sene var. Kısacası işim Milli Piyango İdaresi'ne kaldı, malum beklediğim bir miras da yok. Dolayısıyla ölene kadar zenginleşebilme umuduyla cam ofiste çalışıp, hep bir şeylerin iyi olacağına dair umutlar besleyip, hayaller kurup çabalayıp duracağım.
En azından teselli edebilecek şeyler var hayatımda. Mesela zaten az eşyaya sahip olmak gerektiğini düşünürken son beş ayda başa gelen iki hırsızlık olayı sonrası fikrim pekişti, giden de rahmetliden kalma saatlere falan oldu. Eh yine o sağolsun bir de tapu var üzerime. Çocuk falan da istemiyorum. Bu da demektir ki kırk yaşıma geldiğimde kendime daha çok zaman ayırabilirim. Mesela kütüphanede yığılmış okunmayı bekleyen kitapları bitirebilirim belki ya da Montevideo'yu görebilirim. Hatta bakarsın iş başvurularıma cevap alamazsam istifayı basıp bankadaki üç beş kuruşu oralarda da harcayabilirim. Ya da belli mi olur yarın güneşin doğmuş olduğunu göremem...