28.02.2010

looking for eric

Ken Loach'un ilk seyrettiğim filmi Ülke ve Özgürlük olmuştu. Daha lisedeyim, televizyondan yarım yamalak izlemiştim. İspanya İç Savaşı'nda yaşanan Cumhuriyetçiler arasındaki çekişmeye anlam veremeyip filmi çok beğenmiştim; yıllar sonra tekrar izledim, daha önce de dediğim gibi ilk 5 filmimden. Filmden bazı sahneleri tekrar tekrar izlerim: cenaze töreninde söylenen İspanyolca Entarnasyonel, Barcelona sokaklarında Anarşistlerle Stalinistler arasındaki çatışmada iki Liverpoollunun karşılıklı atışmaları, ele geçirilen köyde köylülerin gelecekleri hakkında yaptığı tartışma... Sonra sinemada Carla'nın Şarkısı'nı izledim; üniversitedeydim artık. Bir kıza aşık olup Sandinistlere katılmak çok cazip geldi ne yalan söyleyeyim. Üniversitede bir final döneminde televizyonda Riff Raff'e denk gelip ders çalışmayı boşverip filmin sonunda yangından kaçışan fareleri gördükten sonra şaşkın bir şekilde kaldığımı hatırlarım. My Name is Joe'da dibe vurmuş insanların futbol çevresinde birleşip çabalamasını buruklukla izledim. 11 Eylül filminde Sean Penn ile birlikte en dikkat çekici filmi yapmıştı Şili'nin 11 Eylül'ünü naif bir şekilde anlatarak. Tickets'ı festivalde izlemiş, Celtic ve Roma taraftarına gönderdiği selamdan keyif almıştım. The Wind That Shakes the Barley'de kardeş kavgası gene boğazıma oturdu...

Looking for Eric'te yine İngiliz orta sınıfından bir kahramanın kötü giden hayatına, yürüyemeyen ilişkilerine ve aile yaşamına tanıklık ediyoruz. Sosyalist Loach gene hayata karşı sınıf bilinciyle mücadele etmemizi söylüyor. Takım olmak önemlidir dedirtiyor Eric Cantona'nın ağzından. Mutlu sonla bitiyor film ama daha önce eleştirdiğim filmlerdeki gibi yapay bir mutlu son değil. Evet sürreel ama sonuçta postacı Eric ile Kral Eric'in birlikte mektup dağıttığı, odada otu çekip dans ettiği bir filmden bahsediyoruz.

Son olarak da Cantona'nın her ne kadar "en iyi hareketi" olduğunu söylemese de benim en beğendiğim golünü koyayım da millet ayaklı karizma görsün. Ve evet hayat fena halde futbola benzer...



27.02.2010

ahtapot ızgara sahibine kavuştu


Kıbrıs'a gitmeden sorduğum soruya cevap veren düddürella hanıma ahtapot ızgarası geceyi takip edenlerin de resmettiği üzere törenle ısmarlandı. Şimdi bu önemli geceden akılda kalan sorular:

* Mekanın sahibi neden konuklarının her masada değişik oturma kombinasyonları gerçekleştirmesi konusunda ısrarcı oldu? Bahsi geçen kişi bir obsesif mi?

* Ödülün sahibesi teşekkür konuşması yaptı mı? Sivri diliyle kimleri yerin dibine soktu?

* Konuk listesinde bulunan yılların ayıramadığı ikilinin aldıkları ani bir kararla ayrıldıkları doğru mu? Kimdi giden? Kimdi kalan? Aslında giden değil kalan mıdır terk eden?

* Hangi konuk Barcelona seyahati öncesi "abi turla gidip panaromik şehir turu yapmazsak nasıl görmüş olacağız Barcelona'yı" dedi?

* Konuklardan "senin iç dalgalanmalarını niye okuyayım" diye serzenişte bulunanı, bir soru benden gelsin: sen hiç zopa yedin mi?

* Motorsikletiyle kartal kovaladığını anlatan davetli önceki yaşamında Don Kişot muydu?

* Mey Trakya Serisi'ni piyasaya sunduğunda ne kadar tehlikeli bir iş yaptığının farkında mıydı?

* Finalist Esin Hanım geceye "ben makine mühendisiyim ahtapot sevmem" diye mesaj gönderdi mi?

* Son dönemde piyasalarda gizliden gizliye tartışılan Genç Gezginler Seyahat Bursu'nun arkasında Açık Toplum Enstitüsü ve Soros mu var? İnterraile gideceğim diye sevinen gençler Amsterdam bağlantısını sağlayacak olan kuryeler mi aslında? Pansiyon sahibesi "işte o kadın" manşetlerini görünce ne yaptı?

Hepsinin cevabı azzzz sonraaaaaaaaaa!!!!

26.02.2010

yabancıların bastığı bir ocakbaşı

Pala İstanbul'un ilk ocakbaşılarından birisi. Benim de ilk göz ağrım. İstiklal Caddesi'ndeki bir sürü ocakbaşına inat yıllardır giderim; bir senedir gitmiyordum bu akşam teftişe gittik maç münasebetiyle. Mekanı ecnebiler basmış; bizden başka 4 masa daha vardı ve hepsinde de İngilizce konuşuluyordu değişik aksanlarla.

Yıllar içinde çok tadilat geçirdi mekan; askere gidiş yemeğimi orada yapamadık mesela tadilat nedeniyle. Gördüm ki bu sefer de tabaklar çiçeklenmiş, Pala'ya logo falan yapılmış. Zaten yıllar önce de masa atılmıştı dışarıya.

Giderseniz külbastı yiyip şalgam için rakının yanına.

25.02.2010

madredeus


Lisedeydim Madredeus'u radyoda ilk kez duyduğumda. O Pastor diye bir şarkıyı, bilmediğim bir dilde, inanılmaz güzel bir ses söylüyordu; fonda da akordiyon ve çello. O zamanlar internet falan yok tabi, önce kim olduğunu öğrenip sonra soluğu Sönmez Pasajı'nın alt katındaki kasetçide aldım. Eldeki albümün adı: Ainda. O Pastor yoktu o albümde ama Madredeus hakkında epey bilgi vardı. Albüm zaten Wim Wenders'ın Lisbon Story filminin de müziğiymiş. Grup Portekizli. Vokalistin adı Teresa Salgueiro. Epey dinledim o albümü, sonra da bir Polonya televizyonunda klibini gördüm. Teresa cismen de sesi kadar güzelmiş!

Sonra internet olunca elde, bilgiye ulaşmak da kolaylaştı. O esnada öğrendim ki Madredeus'un yaptığı müzik modern fadoymuş. İşin piri Amalia Rodrigues'in müridi oldum da konumuz o değil şimdi. 2005'te geldiler ama ben nedense gitmedim; zaten Teresa da bırakmış grubu. Neyse yine sardım Madredeus'a siz de tanışın istedim.

Grubun adı Madredeuş olarak okunuyor; O Pastor'un ne menem birşey olduğuna da aşağıda tanık olabilirsiniz:


24.02.2010

camların ardında


Bundan bir ay önceydi. Eski masa komşum evsahibine artistlik yapıp taşınmaya karar verince akvaryumuna önceden göz koymuş bendenizin gözleri ışıldadı; nitekim o gece zebellah gibi akvaryumu eskisinin yerine yerleştirmiştim-eskisini masanın üzerine aldım canım. Böyle içi bol otlu, onlarca karides var. Atınca yemi bir hareketlilik oluyor otur izle. Neyse artık evin içinde bol bol su sesi ve izlence var.

Ofiste ise ben bir akvaryumun içindeyim. Arkam cam: dönüp dönüp MSA'yı izliyorum hayaller kurarak. Karşım cam: koridordan gelip geçeni, kata girenleri görüyorum; hep bir gözetlenme halinde gibi hissediyorum. Hayır ofis fantezisi yapamıyorsam oda sahibi olmanın ne esprisi var? Yarın öbür gün böyle birşey yapmak istesem masanın üstünü haşin bir hareketle boşalttığımla kalırım.

Başlığı atarken aklıma geldi: Mask diye bir grup vardı hatırlayan var mı?

22.02.2010

hayal bu ya


Güzel ahşap bir masada güzel bir domuz jambonu yanına güzel bir şarap. Doyduktan sonra güneşin vurduğu koltuğa uzansam. Hayal bu ya açık pencereden güneş, deniz kokusuna karışmış bahar havası, martı ve çan sesleri giriyormuş da ben mayışıyormuşum. Fonda belli belirsiz kendi halinde takılan bir kedinin sesi varmış. Hayal bu ya uzaklardaymışım, hayal bu ya mutluymuşum...

21.02.2010

bir enginarla bahar gelmez


Dikkat edildiğinde iklimler bir döngü içinde. İstanbul'da yaşamaya başladığımdan beri şubat ayında mutlaka birkaç gün bahar havası olur. Serencebey'deki eski köşkün bahçesindeki salak ağaç da çiçeklenir, mart soğuğunu yiyince de feleğini şaşırır. Hah biz de o günlerdeyiz. Lodosun etkisiyle yalancı bir bahar bize de çiçek açtırmak üzere, fazla gaza gelmemek lazım. Benim canım enginar çekti, buzluktan çıkardım iç baklayla birlikte. Oldu mu tazesi gibi? Elbette hayır ama buna da şükür...

O ağaç duruyor mu acaba hala?

20.02.2010

1 hafta nasıl geçti?


* Tekirdağ Trakya serisi: İçin içirin. Malta'dan anasonlu likör gelmişti zamanında; rakının yemek sonrası da içilen hali demiştim. Hah işte aynısını yapmışlar, çok tehlikeli...
* İş hayatı mide bulandırıcı. Kendini mutlu eden işi bulamayacağından "self motivation" devreye giriyor. Motive edemezsen de yeni arayışlara başlamak gerekiyor. Kira, çoluk, çocuk gibi derdi olanları daha bir bağlıyor bu iş güç; istifa seçenekler arasında geriye gidiyor. O zaman sıradaki şarkımız iş hayatında düdüklenenlere gelsin: "nobody's hero"
* Adaları seviyorum. O miskinlik, gidecek yerlerin kısıtlı olması, yabancıların sevilmemesi yakın geliyor bana. Yarın öbür gün bir adada yaşamak isterim ne yalan söyleyeyim; tüm yollar denizlere çıkar böylece. Girne'de gezinirken başlayan ezan gördüğüm en miskin, en namaza çağırmayan ezandı. Din bile miskince yürütülüyorsa...
* Malum gitmeden bir soru sormuştum. Topu topu iki kişi kaale alıp cevapladı. Bu vesileyle Esin ve Düddürella hanımlara teşekkür eder, ödülün sahibini tebrik ederim. Haftaiçi götürelim şu ahtapotu değil mi?
* Dutyfreeden ancak 1 litre alkol alabiliyormuşuz artık. Neyse ki Kıbrıs'tan sağlam stok yaptım. Ha bir de Mariza'yı gördüm; o ne zarifliktir...

14.02.2010

yavru vatan'a gittim tükkan sizin

Yok tatil için falan değil bildiğin iş için. Geçen seneden farklı olacağına dair hiç umudum olmadan gidiyorum. Telefonlar kapalı, internet şüpheli...

Geçen sene bir de 14 Şubat değerlendirmesi yapmıştım. Bu seneye bakalım bir de: gene Şişli ama sabahın köründe havaalanı formaliteleri. Bu cephede yeni birşey yok. Galatasaray'da ise Skibbe'den Galatasaray'a, Antalya'dan Gökçekler sayesinde aktarmalı Madrid'e evrilen bir yol. Ha zaten Hasan Şaş da yok artık...

Size oyalanmanız için soru: aşağıdaki linkleri inceleyin. 5 benzerliği ilk yorumlara yazana ahtapot ızgara hediye.

http://www.youtube.com/watch?v=i6q9xpoOVro&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=TiC6Iwj1vxs

12.02.2010

photo by David Guttenfelder


İyi bir fotoğraf uzun uzun baktırır kendisine; çok şey anlatır/çağrıştırır. David Guttenfelder ismini ilk defa duydum; muhtemelen benim eşekliğim. AP adına çalışıyormuş, son 7 senede Afganistan'dan bol bol kare paylaşmış. Çok güzel örnekler var; birisi de yukarıda. Aklıma Full Metal Jacket geldi kareyi görünce.

11.02.2010

i wanna curb stomp you bitch


Şiddet derinlerde bir yerlerde duruyor. Kimimiz ilk tehditte ona sarılırken kimimiz Nirvana'ya vardığından olsa gerek üzerine beton dökmüş oluyor. Her şart altında çok içgüdüsel bir dürtü. Bir sürü filmde, kitapta durum irdelendi; ayrıntı isteyen de daha bilimsel yayınlara yönelebilir.

Benim etrafım da beni şiddete yönelten bir sürü insan evladıyla dolu. Birisini dövsem, ağzını burnunu kırsam, meşe odununu kafasına eklesem rahatlarım diye düşünüyorum. Ama Fight Club vari bir mastürbayon değil dediğim; Edward Norton'dan gideceksek Derek Vinyard'ın şekil A'da görülebilen kaldırım öptürme seansını tercih ederim.

Şimdi kimse bana "ay insan denilen varlık zevk için öldüren, zarar veren tek canlı" demeyin, size babunlar ve yunuslardan oluşan ordumla karşılık veririm.

Bunu yazarken içimdeki şiddet dürtüsü azaldı sanki. Ama elbet birileri ifrit edecek beni; neyse ben yemek yiyeyim...

10.02.2010

istanbul'da höşmerim vakti


Dün şabalak kardeşim yeni akvaryumdaki hayvan çeşitliliği vasıtasıyla ulaşmak ve çeşitliliği kutlamak için uğradı. Eve gitmeden önce pasaj içindeki dürümcüye uğramayı düşündük ama ikimizi doyuracak malzeme kalmamış olduğunu tahmin ederek yeni açılan Köfteci Ramiz'de aldık soluğu. Malum her taraf Ramiz oldu, köftesi çok matah değil ama menüdeki bir madde beni oraya bağlar arkadaş: höşmerim.

Bursa'dayken yerdim ben görünüşü garip tadı muhteşem tatlıyı. En son da 2006 senesinde falan eski iş arkadaşım Balıkesir'den getirtmişti kiloluk kapta da içim bayılana kadar yemiştim. Ramiz'deki de bol bol yenilecek kadar güzel. Şiddetle öneririm. Atın bir kaşık höşmerim ağzınıza, dilinizi damağınıza bastırıp ezin pütür pütür peynirleri. Yanına da çay...

P.S: sözlüğü takip edenler benim hangi isimle yazdığımı anlayabilir diye umuyorum. Bu "datlu" yazımızı da otisabi'nin geçen sene yazmış olduğu, benim de dün kardeşimle konuşurken hatırladığım bir entryle sonlandıralım:

"flört dönemi her türlü angaryaya en açık olduğumuz dönem. evlenme niyeti ve vaadi olmasa da, erkeğin kadına aile babası rolündekini başarısını, kadının erkeğe ev hanımı potansiyeli hakkında ilk intibaı vermeye kastığı stajerlik dönemi gibi bir şey. zaten sözlükte de aratın stajer (stajyer?) asistan angaryaları gibi örnekleri bulacaksınız. özetle bu örnekten de anlaşılacağı üzere en güzel angarya, karşılıksız iş ve emek olduğu kadar, karşılığı verilecek olsa bile mahiyetinin ne olacağı belirsiz bir takım umut ve hayaller sırası ve sayesinde de yaptırılan angaryadır.

hayatımda bu tip flört dönemlerinde en az iki kere ev taşıdım, nereden baksan 200-300 kilometre yol gittim, toplamda 20-30 saat hiç bir alakam olmayan yerlerde bekledim, bir düzine kadar hiç bir şekilde muhatap olmamam gereken adamla 'böyle' (elimle iç içe geçmiş kanca hareketi yapıyorum) oldum. ne oldu sonuç? sıfır.


yani o flörtlerden beklentim, flörtlerin sevgilimleşmesiydi, olmadı. koliyi taşıdığım, yatağı, şilteyi sırtlandığımla kaldım. terli terli 'ne önemi var canım?' derkenki sahte babacanlık ifadelerinden öte yüzüme bir ifade konduramadı bu işler. o kadar kolisini, kaya gibi sofasını, masasını taşıdığım bir kişiden de ne bir hayır duası aldım, ne başka bir şey.

bunu niye yazıyorum? şundan. bir kaç vakit evvel bir kızlan tanıştım. öyle 'maksatlı' tanışma da değil, normal tanıştım. kız sürekli beni arıyor, ne yapıyon, ne ediyon. dedim, 'vay yazış'. sonra bugün öğlen saatlerinde aradı, dedi ki 'otis ev taşınacak.'. yaaa. işte o an böyle bir sevindim anlatamam. iyi ki flörtleşmemişim. flörtleşeydim yine taşıyacaktım koli koli, bali bali, koli baliyi. ya çok yorgunum hastayım, bir yetiştirmem gereken iş var dedim, oturdum bu entry'i yazdım. şimdi buradan bana eşyasını taşıtmış olan diğer iki kıza sesleniyorum: sağa sola eşgalimi mi dağıttınız ulan? otis bıraktı artık o işleri. kendini zor taşıyor. yallah."

9.02.2010

ilk taşı günahsız olanınız atsın

Meşhur yedi ölümcül günahı işlememiş kişi olabilir mi? Bunların bazıları yaşamayı çekilir kılmıyor mu? Yalan niye ölümcül günah değil? Jean Seberg'i beğenmeyen birisinin benimle ne işi olabilir?

8.02.2010

haftasonu biterken

Cuma akşamından beri belki de yüz kere dinlemişimdir. Son bir kere ve artık yatayım...

7.02.2010

whatever works

Woody Allen'ın köyüne dönüş filmi. Yine kader/şans konusuna değinse de New Yorklu sarkastik, Yahudi, zeki, takıntılı, aptallardan nefret eden bir baş karakteri koymuş baş köşeye; ve rol için uygun bulduğu isim de Larry David. Ki biz kendisinin nasıl biri olduğunu efsanevi Seinfeld sürecinden gayet iyi bilmekteyiz, değil mi?
Filmdeki diyaloglar kesinlikle dahice, Rachel Wood'un oyunculuğu leziz. Onun dışında bir sitcom tadında aslında film; taşralı bir ailenin büyük şehre gelip kendilerini bulmalarını anlatıyor. Boris de tüm dahiliğiyle kendilerine gizliden gizliye yol gösteriyor.
Film güya mutlu sonla bitiyor ya aslında hepimiz biliyoruz o son sahnede yeni seneye mutlu girenlerin bir kısmının o kadar da mutlu olmayacağını o seneyi bitirirken. Hatta belki de hayatta olmayacağını...

5.02.2010

şol cennetin ırmakları

Son dönemde izlediğim en güzel şarkı-klip kombinasyonu. Charlotte Gainsbourg'un göz makyajı ise harika...

c'est fini


1984 yılında Sarıkamış'ta başlayan öğrenim hayatım 2010 yılı itibariyle İstanbul'da sona erdi. Dile kolay 21 yıl faal öğrenci olmuşum. Aralara giren dershane, dil ve ehliyet kursunu ha bir de boşta geçen bir seneyi de katmak lazım. Daha fazla öğrenci olasım yok ne yalan söyleyeyim...

3.02.2010

tontonton dardanel ton


Deniz mahsülleriyle ilişkim ortada. Az buçuk tıp bilgim de var. Fırsattan istifade bilgilerimi paylaşayım; Horatio efendi sen iyi oku, sözlü yapmayı planlıyorum seni gördüğümde.

Yıllardır konserve ton balığı denilen bir kavram var. Seveni var sevmeyeni var bunu. Benim bir hafta boyunca sırf konserve ton balığıyla beslenmişliğim var; uzun süre de yiyemedim sonrasında. Neyse diyeceğim şu: diyelim ki dediniz "hep dışarıdan besleniyorum, biraz da sağlıklı besleneyim gideyim ton balığı alayım sandviç falan yaparım". Yanlış yaptınız bir kere. Konserve balık sağlıklı olur muymuş hiç? Zaten yediklerinizin bir kısmı orkinoslarla birlikte ağa takılan yunuslar. Bir de ucuz olsun diye ayçiçek yağı koyuyorlar içine; zaten bir lokma omega3 alıyorsunuz onu da ayçiçek yağı sayesinde almadınız sayılır. Şimdi burada bir parantez açıp omega3/omega6 oranından falan bahsetmem gerekir ama bloga iş getirmiyorum prensiplerim gereği.

"Peki ne yapalım?" dediğinizi duyar gibiyim. Gidin sezonunda balık alın balıkçıdan, atın fırına hatta mümkünse ızgaraya. Palamutsa takoz kestirin pilakisini yapın ama gidip de şu dandik şeylere para vermeyin reca edeceğim. İlle konserve balık yemek isteyene Migros'un palamutunu önereceğim ama kaç yıldır bakmadım yapıyorlar mı hala bilmiyorum.

Afiyet olsun...

1.02.2010

hamsili pilav

Yazacak birşey gelmiyor aklıma. Gelen konularda da istediğim gibi yazamıyorum; halbuki millet neler döktürüyor. Neyse anne yapımı hamsili pilavı yedim uykum geldi. Ben de bir kere yaptım diyeceğim hamsili pilav fırça yiyeceğimden susuyorum.