30.12.2014

2014 biterken

Her ne kadar 2013 kadar olmasa bile yine de boktan bir yıldı. Çok çalıştım, iş için 68 uçuş yapmamdan da belli nitekim. Arada kabul edilmeyen bir istifa girişimim bile oldu. Hanımımı da alıp tatil içinse 8 kere uçmuşum: Belgrad, Yunan Adaları, Berlin, Bodrum derken dünyaya bir kere geldiğimizi hatırlayıp yedik, içtik ve de eğlendik.

Harika bir Dünya Kupası izledim, eğlenceli bir hobi sahibi oldum, bol bol kitap okudum (mesela Sait Faik külliyatını bitirdim). Darısı 2015'in başına.

29.12.2014

berlin: yiyelim içelim


Berlin diyince akla şüphesiz ki bira ve currywurst gelmemesi kaçınılmaz. Nitekim benim gibi bira ile ilişkisi Tuborg Gold ile sınırlı birisi için yemeğin yanında hangi bira içileceğini garsona sormasından daha doğal bir şey de olamaz Almanya'da. Bununla birlikte yolum Münih'e düşerse mevsim nedeniyle ziyaret edemediğim bira bahçelerinde oturmak isterim, hem bira konusuna çalışmaya da başladım.

Madem bol patates ve etli bir Alman yemeğini güzel bir birayla mideye indirdik, yolda gördüğümüz abilerden de üzerine köri serpilmiş currywurst'ümüzü de yedik başka ne yiyelim diye soranlara cevabım olsun: Bir kere Berlin halen çoğu Avrupa şehrine göre ucuz ve de hem Batı hem de Doğu savaş sonrası dönemdeki sanayi atılımı nedeniyle bol bol yabancı işçi getirdiğinden Türk, İspanyol, İtalyan ve Vietnam lokantalarına denk gelmek mümkün. Nitekim Kreuzberg'de caminin hemen yanındaki Miss Saigon'da müthiş Vietnam yemekleri yemek mümkün. Ayrıca herkesin malumu bol bol dönerci var ve denediğim kadarıyla ortada belli bir standart da olduğu için Türkiye'deki dönerlerden daha güzel, ayrıntılı bir açıklamayı şurada bulabilirsiniz. Yine ucuza harika suşi yiyebileceğinizi de belirtmem lazım. Bir de tüyo vereyim: bir metro durağının altında eski bir umumi tuvaletten dönüştürülen Burgermeister inanılmaz hamburgerler yapıyor. Ayrıca biranızı alıp kenarda oturup yiyebiliyorsunuz.

Bizim şansımıza o haftasonu bir yemek festivali vardı şehirde. Biz de peynir atölyelerinin olduğu kısımda dolanıp sonra da "küçük esnaf" moonshinerların ve microbrewerylerin ürünlerinden tattık. Koca koca imbikleri görmek pek heyecanlandırdı beni...

Dönüşte yine bir klasik olarak çantamızı peynirler, şarap ve de meşhur Alman ekmeğiyle doldurup tıpış tıpış geri geldik.

21.12.2014

berlin: gezelim görelim

 Tam bir 2. Dünya Savaşı ilgilisi olmama ve yakın tarihi karışık yerleri görmek konusunda garip bir takıntım olmasına rağmen nedense Berlin hiç ilgimi çeken bir yer olmadı. Geçen sene baldızın kafayı kırıp üç aylığına şehre yerleşmesinden sonra da bir anda gündemimize girince ve hazır vize de olunca bayram tatilini fırsat bilip gidip göreyim dedim ne menem bir yermiş.

Şehrin toplu taşıma sistemi gayet başarılı, Tegel'e indikten sonra çıkışta Visit Berlin kartlarımızı alıyoruz ve kaldığımız semt olan Charlottenburg'a en yakın yerde indirecek otobüse atlıyoruz. Otobüs ve raylı sistemde (S ve U Bahn) biletinizi otomatlara okutmak tamamen sizin insiyatifinizde fakat yakalınrsanız cezası büyük.

Charlottenburg dediğimiz yer Batı Berlin'in en zengin semtiymiş zamanında. Zaten Berlin meşhur duvarla ikiye bölündüğünden iki ayrı şehir oluşmuş, Rus işgali sonrası dümdüz olan şehir yeniden inşa edilirken de enteresan bir hale dönüşmüş. Birleşme sonrası da ortaya günümüz Berlin'i çıkmış. Nitekim şehirde hala hummalı bir inşaat çalışması mevcut.

İlk gün sonbaharın muhteşem bir hale bürüdüğü Tiergarden'in içinden geçip 17 Haziran Caddesi üzerinden Brandenburg Kapısı'na ulaşıyoruz. Nitekim artık doğudayız. Under den Linden'i geçip önce Babelplatz sonra Gendarmenmark'a uğruyoruz. Öğleden sonra Müzeler Adası'na varmış durumdayız. Alexanderplatz ve çevresi derken akşam yemeğini Hackescher Markt'ta yiyoruz ve yorgun argın odaya dönüyoruz. Metro ile dönüş bile 45 dakika sürüyor, o kadar uzağa gitmişiz...



Ertesi gün rotayı Alexanderplatz'tan başlatıp Doğu Berlin'in azametli caddesi Karl Marx Strasse'de yürüyoruz. Geniş yollar, geniş kaldırımlar, büyük Sovyetik binalar... 25 yıl boyunca bir şehrin bir duvarla ayrılmasını ve sizin tarafınızın da hangisi olduğunun şansa bağlı olmasını bir türlü tahayyül edemiyorum. Berlin Duvarı'nın en geniş şekilde görülebileceği ve grafitilerin olduğu East Side Gallery'de o izolasyon hissini gayet yoğun yaşıyorum. Yine Spree Nehri'ni geçip bir zamanlar Batı'nın fakir semti, şimdinin meşhur Kreuzberg'inin kaldırımsız ve kaotik sokaklarında gezerken "zaten Türkiye'den bıkmışız Berlin'deki küçüğünde işimiz olmaz" diyerek tüyüyoruz.



Berlin'in bir başka harika yönü müzeleri. DDR Museum bugüne kadar gördüğüm en güzel müzelerden. Doğu Almanya günlük yaşamı hakkında yaşayan bir mekan adeta. Meşhur Trebant'ın şöför koltuğuna oturabiliyor, dolapları açıp elbiselere dokunabiliyor, kahve poşetlerine elinizi daldırabiliyorsunuz. Radyo ve televizyon yayınları, Stasi sorgu odaları, ders kitapları Doğu Almanlar nasıl yaşıyordu sorusunun cevabını veriyor. Alman Tarih Müzesi ise Charlemange'dan başlayarak günümüze kadarki Almanya'nın tarihi ve kültürü hakkında bir geçit töreni. Benim şansıma 1. Dünya Savaşı'nın 100. yıl dönümü sebebiyle hazırlanan şu geçici sergi de vardı. Müze Adası ise adı üzerinde bir müze cenneti. Ben vakit darlığından sadece Pergamonmuseum'a gidebildim ve ne yazık ki meşhur Bergama Sunağı'nın olduğu kısmın 2018'e kadar tadilatta olduğu gerçeğiyle karşılaştım. Gel gör ki İştar Kapısı ve Milet Pazar Kapısı ile teselli buldum. Son gidilen müze ise Yahudi Müzesiydi. Mimarisi ilginç, Nazi dönemi bölümü iç burkucu olsa da Yahudi kültürüne pek ilgim olmadığından genel sergiyi pas geçtim.


Berlin gerçekten enteresan bir şehirmiş, günler kısa olduğundan eksik kalan mahalleri olduğundan bir fırsat daha bulursam giderim herhalde. Şehrin tek kötü yanıysa bir türlü beleş internet bulunamayışı.

Berlin'de ne yiyelim ve ne içelim yazısıyla görüşmek üzere...

7.12.2014

iş için gidip ganimetlerle dönmek



Doktor eğlemeye gidince hem tüm gün dolu oluyor hem de yemekler için anca grup kabul edebilecek yerler seçenekler arasında yer alıyor. Bu sebeple de sadece birkaç saatlik kaçamaklarda ne denenirse elde o kalıyor. Yine de mutlaka bir markete gidip içkisiydi peyniriydi çantaya doldurmak gerekiyor. Yoksa yabancı diyarlara gidip bir bok görmeden dönmek acıtıyor.

30.11.2014

slovenya


Ülkenin şirin havaalanını şirin başkenti Ljubljana'ya götüren tek şeritli yol ormana girdiğinde etraf o güzel sonbahar güneşine rağmen kararıyor. Upuzun ağaçlar, kutu gibi evler, yemyeşil tepeler... Slovenya'ya hoşgeldik!

Şehir küçük ama çok güzel. Ortasından sakince geçen Ljubljanica Nehri'nin üzeri güzel köprüler, kıyısı güzel evler, güzel kafeler ve güzel meydanlar ve güzel kiliselerle bezeli. Yürüyerek kısa sürede herşeyi görmek mümkün. Nehrin sakin hali şehri de huzurlu yapıyor. Ha bir de tepede konuşlu kalesi var ki ona da teleferikle çıkılabiliyor. 

Cuma ve cumartesi geceleri şehrin merkezi bir anda cıvıl cıvıl oluyor. Pazar yerinde tezgahlar bir anda yiyecek ve içecek satanlara bırakıyor yerlerini, hemen de yanlarında bir DJ. Fakat kimse birbirine ilişmiyor. Ha keza cafeler barlar da pek farklı değil. İş için geldiğimden çok detaylı gezemiyorum hele eski Yugoslav Ordusu kışlasıyken bağımsızlık sonrası otonom bir kültür alanına dönüşen Metelkova'ya hiç gidemiyorum.

Ülkenin mutlaka görülmesi gereken yeri ise Bled Gölü. Alpler'deki bu buzul gölü yaklaşık yarım saat uzakta. Sonbaharın envai çeşit rengi gölü daha da güzel yapıyor. Bir kayaya oturmuş kalesinden hayranlıkla izlenen gölün ortasındaki adaya kürekle çekilen teknelerle ulaşmak mümkün. Adadaki saat kulesinin içindeki mekanizmayı ise ben sukunet içinde izledim.



 Herşey bitiyor, pazar günü dönmeden önce erkenden kalkıp bomboş şehri geziyorum, bir de sis çökmüş ki... Sokaklarda yürürken kiliselerin çanları pazar ayinine çağırıyor. Tamam bambaşka bir yerdeyim, kabul, ama bambaşka bir zamanda mıyım ki acaba? Sis dağılıyor, güneş bu güzelim şehri ısıtırken benim için artık dönüş yolu başlıyor.




Slovenya'ya ayak basarak tüm eski Yugoslav cumhuriyetlerini de ziyaret etmiş oluyorum. Bundan tam 71 sene önce kuruluş kararı alınan ülkenin yerinde yeller esiyor. Bit pazarında denk geldiğim rozeti alıp bir banka oturuyorum. En kısa sürede Slovenya'ya dönme planları yapıyorum.


23.11.2014

boston

 O zaman sondan başlayalım: iş için Boston'a gittim ve de iş için olduğundan pek bir şey göremeden döndüm. Neyse ki THY direkt uçuşlara başladı da aktarmalarla telef olmadan 10 saat uçarak Logan Havaalanı'na ulaşılabiliyor.


Anlatmaya ABD vizesi ile başlayalım. Dediğim gibi iş için olduğundan internetten form doldurulup randevu alınması vs olsun bir şeyle uğraşmadım. Bana söylenen saatte İstinye'deki konsolosluğun önünde yanıma telefon vs almadan belgelerimle geldim. İçeri girip parmak izimi verip 30 saniyelik formalite soruları cevapladım ve 10 yıllık vizenin yapıştırıldığı pasaportumu bana en yakın postaneden alacağım günü beklemeye başladım.

 Boston gerçek anlamıyla bir üniversite şehri. MIT ve Harvard gibilerin varlığı nedeniyle şehir nüfusunun üçte biri öğrenci oluyor. Ayrıa ülkenin en eski şehirlerinden de birisi. Meşhur Çay Partisi'nin burada olduğu ve bağımsızlığın temellerinin atıldığı da düşünülürse görecek çok şey var diyorsunuz ama sonuç hüsran. Güzel tuğla evlerin olduğu sokaklar veya parklar güzel ama özellikle şehir merkezinde her yer gökdelen.

Şehrin kuzeyi İtalyan güneyi ise İrlanda göçmenlerinin oluşturduğu mahalleler. Ayrıca ABD'nin en büyük dördüncü Çin Mahallesi de burada. Dolayısıyla yiyecek-içecek konusunda inanılmaz bir çeşitlilik var. Şehir aynı zamanda Atlantik Okyanusu'nun da kıyısında, bu da her türlü deniz mahsülünün bulunduğu restoranların varlığına sebep oluyor. Fakat şehir gayet denize sırtını dönmüş durumda, buna karşılık güzel bir akvaryumları var. Ayrıca dünyanın en güzel birası olduğu iddia edilen Samuel Adams'ın da doğuş yeri Boston-ki Octoberfest'in hastası oldum.

Şehir küçük, hele yaygın metro ağı düşünülürse gezmesi kolay. Dediğim gibi iş için orada olunca en sevdiğim şey olan sokaklarda yürüyerek gezme işini pek yapamadım. Ancak Copley Meydanı ve Faneuil Hall civarlarını gezebildim, clam chowder içebildim ve akşam otelden kaçıp bilimum Irish pub'da çeşit çeşit bira içtim.



Sonuçta iş için de olsa ABD'ye de ayak basmış oldum. İlk intibam beklediğim gibiydi. Nasıl olsa 10 yıllık vizem var, bir ara tatil amaçlı da giderim herhalde.

14.11.2014

boston'da sonbahar


Artık seyahatler bittiğine göre yazmaya kaldığım yerden devam etmem gerekiyor.

28.10.2014

bodrum'da sonbahar


Şüphesiz ki zeytin toplamak bu dünyadaki en huzurlu şeylerden birisi.

20.10.2014

ljubljana'da sonbahar

Daha Yunanistan hakkında kelam edecekken ve de Berlin'den yeni dönmüşken Slovenya da nereden çıktı?

10.10.2014

berlin'de sonbahar





"Madem Schengen vizem var neden Berlin'e gitmiyorum ki?" sorusunun cevabı yakında burada...

28.09.2014

leros

 Her adanın ayrı dokusu ve tarihi var, benim gibi bir İkinci Dünya Savaşı hayranının Leros'tan bihaber olması ise rezalet tam anlamıyla. Meşhur Navaron'un Topları'na ilham kaynağı olan yer meğerse bu adaymış.30 yıllık İtalyan hakimiyetinin anısı Lakki adaya inilen yer, nitekim bir İtalyan deniz üssü olduğundan Fellini filmlerinden fırlamışa benziyor kasaba da.

Elefteria Otel'de kalıyoruz ve manzaramız yukarıdaki gibi. Ama beni asıl çıldırtan otelin sahibinin babasının kişisel savaş koleksiyonu oluyor. Annesi "katastrofi"de Milas'tan gelen amca 10 yaşındayken Leros Savaşı'na tanıklık ediyor ve hayatını aşağıda bir örneği olan malzemeleri toplamaya vakfediyor. Hayatımdaki en güzel deneyimlerden birisiydi o tozlu odada geçirdiğim zaman...


Adanın kalbinin attığı yer Agia Maria. Gryoslarına dadandığımız To Kridako, perşembe akşamları canlı müzik olan güzel taverna Bratsera ve mendirekteki sessiz Crips and Bits hep burada. Tekne sahibi Türklerin müdavimi olduğu yerleri de görüyorsunuz istemeseniz de.

Leros'un da otobüs servisi iyi ama kaleye çıkmak için olsun, cuntanın adaya sürdüğü politik mahkumların duvarlarına resimler yaptığı Agia Kioura olsun ya da denizin ortasında minik bir kayalığa yapılmış Agios İsidoros olsun görmek için araba kiralamaya ihtiyaç var. Bu arada yollar dar ve Agia Maria, Panteli ve Vromolithos hep bir tepenin dibinde yer aldığından yokuş inip çıkmak gerekiyor.



Adanın plajları da güzel. Biz siyah ve sığ kumsalı olan Gourna ve güneydeki taşlık Xerocampos'u denedik. Esas İkinci Dünya Savaşı Müzesi'ni göremedim ki ben ona yanıyorum.

17.09.2014

sen ne güzel abimizdin-12



Zamanında bizim evde çokça dinlenen bir albüm vardı kapağında da bir güzel hatuna adeta sarılmış bu abi. Zaten o albümden bir çok şarkı meşhur oldu buralarda. Büyüdükçe öğrendim Manos Loizos'un diğer muhteşem şarkılarını, 45 yılda İskenderiye-Atina-Londra-Moskova hattındaki yaşamını ve de elbette politik görüşünü.

Madem  bugün ölüm yıldönümü o zaman günaydın güneş...

7.09.2014

lipsi

Topu topu 800 nüfusu olan bir ada Lipsi, dolayısıyla da ada kafasının en dibine kadar yaşanabileceği bir yer. Limanda inip sağa doğru yürüyünce restoraları geçip bir meydana geliyorsunuz. Otları biçilmemiş bahçesiyle polis karakolunun hemen iki yanında harika bir pastane var. Biraz yukarıda büyükçe bir kilise-güya 15 Ağustos'ta solmuş zambaklar canlanırmış içinde- ve köy meydanında yeme içme mekanları. Görüp görebileceğin şeyler bunlar. Limandan sola yürüyünce ise yumuşacık kumuyla Kambos plajı... Ada şirin tam kafa dinlemelik. Zaten anakaraya uzak ve küçük olduğundan turizm uzak kalmış ama İtalyanlar çoktan keşfetmiş adayı.

Günün sonunda birkaç saatliğine uğramaktan biraz da hayalkırıklığına uğramış terk ediyoruz adayı.

31.08.2014

bir eylüle daha merhaba derken

Defalarca yazdım bu blogun bir yerlerine eylülü severim diye. Hatta en sevdiğim üç aydan birisidir. O serinliği, sarılığı ve hüznü... İstanbul apayrı bir güzeldir eylülde. Geçmişe bakıyorum da bizim sektörün kuralı gereği ya eylülde Antalyalarda Kıbrıslarda olmuşum ya da tam bir gevşeklik gösterip tatile gitmişim. Kısacası yıllardır İstanbul'da ağzımın tadıyla değilmişim. Bu sene de tam aynı şeyler olacak derken (dile kolay 30 günün nereden baksan 10 günü yokum) olaylar gelişti ve ben eylülde işsiz güçsüz olma ihtimaliyle karşı karşıyayım. Adeta kalecinin penaltı anındaki endişesi...

28.08.2014

yunan adaları arası ulaşım

Saat geceyarısına yaklaşırken adanın merkezi enteresan şekilde kalabalık. İnsanlar bavullarıyla birlikte bekliyor ama pek anlam veremiyorum o saatte bu kadar insanın işi ne diye... Sonra birden bir bina uzunluğunda kocaman Bluestar feribotu yanaşıyor limana. Tırlar iniyor tırlar biniyor, adanın meydanında, kafelerinde oturanlar hızlı hızlı geçiyor ve ben hayran hayran izlerken Pire'ye doğru yola çıkıyorlar.

Ada çok olunca ulaşım da çeşitli. Yakın adalar arasında tur atan teknelerden anakaraya haftada bir gün sefer yapan dev feribotlara. Kriz nedeniyle seferler de azalmış hatta bazı adalar arası olanlar iptal edilmiş. Neyse siz bir adaya ayak basınca gidin turist danışmaya (açık bulabilirseniz) alın günlük seferleri geçin zamanı gelince bir başka adaya.

Malum 12 Adalar sınırları içerisinde yer aldığımızdan Dodekanisos Seaways'ten yararlandık bol bol. Sabah Rodos'tan çıkıp Patmos'a kadar ada ada uğrayıp sonra da aynı yoldan dönen Dodekanisos Pride ile de yolunuz mutlaka kesişecektir. O zaman size şunu söyleyeyim: benim yıllarca Mudanya-Kabataş arası bol bol kullandığım deniz otobüsüne benzeyen bir araçla yolculuk yapacaksınız. Siz çantalarınızla şaşkın şaşkın kendinizi içeri attığınızda hangi adada inceklerin çantalarını ne tarafa bırakacağına dair bağırmaları takip edip yükünüzden kurtulup içeride kendinize yer arayacaksınız. İneceğiniz adaya yaklaşırken yapılan anonsla kendinizi yine çıkışta bulacak ve yerde sıra sıra çanta ve bavullar sıralandığını göreceksiniz. Hah işte bavulunuz orada bir yerde. Aman dikkat edin de şaşkın şaşkın aranırken bavullara takılıp düşmeyin.

24.08.2014

patmos

 Ani bir kararla rotamızı kuzeye çevirip Patmos'a geliyoruz. Adanın limanı Skala'ya indiğimizde restoran ve barların yanında hediyelik eşya dükkanları da dikkati çekiyor. Nitekim yıllarca ticaretle uğraşan ve dini bir merkez olan Patmos süngercilikle kendi yağında kavrulmaya çalışan Kalymnos'a göre çok farklı.

Adayı meşhur yapan Aziz Yuhanna'nın sürgündeyken İsa'yı gördüğünü iddia edip Apokalips'i yazması. Patmos'un en yüksek yerine kurulmuş olan Agios Ioannis Theologos Manastırı ve hemen aşağısındaki Apokalips Mağarası önemli ziyaret yerleri. Hele o gün bir de cruise yanaşmışsa kapıda sıra bekleyeceğinizi garanti edebilirim. Açıkçası manastırın dar koridorlarında gezinmek ve müzesini görmek ne kadar entersansa mağarayı ziyaret etmek de o kadar saçma. Eğer Hıristiyanlıkla ilgili değilseniz pek de matah bir yanı yok. Bununla birlikte manastırın çevresine yayılmış ve UNESCO Miras Listesi'ne alınmış olan Patmos'un idari merkezi Chora mutlaka görülmesi gereken bir kasaba. Daracık sokakları, küçük meydanı ve en önemlisi de kapı ve pencerelerinin o eşsiz gri-mavisi...

 

Denize girmek için de pek çok yer var Patmos'ta. Örneğin taşlık plajı ve ılgın ağaçlarıyla Meloi Skala'ya yürüyerek onbeş dakikalık mesafede ve buna rağmen çok sakin. Adanın gelişmiş otobüs sistemi sayesinde Grikos'a da gidebilirsiniz elbet. Ama benim bu seyahat boyunca yüzmekten en çok keyif aldığım renkli taşlarıyla meşhur Lambi'ye gidebilmek içinse araba kiralamanız lazım.

Gelelim yeme içmeye: bizim favorimiz hem fiyat hem de lezzet açısından Skala'daki Ostria oldu. Ayrıca dondurmacılar ve adanın meşhur peynirli turtası ve ballı bademli fugi'sini satan pastaneler de diğer atlanmaması gerekenler.




21.08.2014

evdokia'nın zeybekikosu



Manos Loizos her ne kadar bu topraklarda başla şarkılarıyla bilinse de yukarıdaki eser ve de sahne bir Yunanistan klasiğidir. Zeybekiko oynamak isteyen her Yunan erkeğinin bir numaralı istek şarkısıdır. Besteye ev sahipli yapan filmden kat kat daha meşhur bir şarkı To Zeimbekiko Tis Evdokias.

Herif de iyi oynuyor ama...

 

17.08.2014

kalymnos


Bodrum'dan ve Turgutreis'ten haftanın bir günü Kalymnos'a feribot var, biz de atlayıp adanın limanı Pothia'ya vardık yaklaşık iki saat sonunda. Limanda bir küçük kulübe, kulübede bir görevli... beklerken başımı kaldırıyorum, her yer kayalık. Pothia'da limana bakan sıra sıra kafeler, restoranlar, bir-iki araba kiralama ofisi, bir tane açıkken bulmanın zor olduğu turizm acentası... Sonuçta ilk kez bir Yunan adasına ayak basmış oluyorum. Adanın turizm bölgesi öteki taraftaki Masouri bölgesi, ada genelinde otobüs seferleri pek de sık olmadığı için araba kiralamak en mantıklısı. Yola çıkmışken zaman ayırıp Chorio'da yoldan sapıp tepedeki St Sava Manastırı'na da bir uğrayın derim.


Kalymnos dünyadaki önde gelen kaya tırmanışı yerlerinden birisi ve bu da bizim için fazla adrenalin yüklü bir aktivite. Dolayısıyla Melitsahas'ın taşlık ve Masouri'nin kum plajında yüzmek yetiyor, karşıda da harika bir Telendos manzarasıyla günü batırmak da cabası. Adanın kuzey ucundaki Emporios harika manzaralı yolu, sakin plajı ile tam kafa dinlemelik bir yer. Akşam yemeğinde Artistico'ya giderseniz eninde sonunda kendinizi mekanın sahiplerinin torunu gezdirirken bulabilirsiniz, bakarsınız Kalymnos'un emekli rock star'ı Yorgo gitarını bile indirebilir duvardan.

Fakat Kalymnos'ta en beğendiğimiz yer adanın doğusunda küçük bir köy olan Vathis oldu. Adanın tüm o çorak kayalık yapısının aksine yemyeşil bir vadinin denize açıldığı yere kurulmuş köyün bir küçük meydanı, o meydana bakan birkaç güzel restoranı, meydandan iki dakikada yürüyerek varılan ve bir fiyordda yüzme imkanı veren kayalık bir platformu var. Köyde kalma imkanı iki yerden ibaret, günlük ziyaretçiler çekilince de ortalık orta sınıf Yunan yazlıkçılara kalıyor nitekim. Şimdi size önemli bir sır veriyorum: köy meydanına cuma akşamları bir buzuki ve orgdan müteşekkil bir ekip dört saatlik bir konser veriyor. Köyün tatilcileri giyinip süslenip meydana bakan mekanlara dizilip bir yandan yiyip içerken bir yandan da o hiç bitmeyen sirtakiye dahil oluyorlar. Arada mekanın ağır abilerinden bir tanesi çalgıcı tayfasının eline Euroları sıkıştırıp istekte bulunuyor ve tüm zeybekiko hünerlerini sergiliyor. Yine eğer şanslıysanız ve geceye Galini'de başladıysanız mekanın birbirinden çatlak elemanlarıyla daha ve daha fazla içerek tamamlayabilirsiniz. Ha bu arada haftada bir gün de bu mekanda canlı müzik oluyormuş ve dediklerine göre gece çılgınca geçiyormuş.

Velhasıl kelam biz Kalymnos'u çok beğeniyoruz. Ada halkının meşhur misafirperverliğinin ve diğer adalara kıyasla büyük porsiyonlarının bunda rolü şüphesiz ki çok büyük.

9.08.2014

abstract

Bodrum yarımadası kuraktır. Örneğin Marmaris gibi ağaçlarla deniz bir araya gelsin, ben de yüzeyim kafasındaysanız Bodrum size göre değildir. Nitekim olur da bir yaz denizden yol alırken Bodrum'a bakarsanız sarı zemin üzerine beyaz-yeşil öbekler görürsünüz-ki bu öbekler gittikçe artmakta, sarıyı işgal etmektedir. İşin özü insan gittiği yere ağaç da götürmüştür yarımadada. Ve neyse ki evler sadece beyazdır. Ama olur da bir bahar günü inerseniz Bodrum'a yeşilin kokusu, envai çeşidi, sarısı, kırmızısı topraktan fışkırararak karşılar sizi. Hem sonbaharın hem ilkbaharın ayrı ayrı keyifli yanları vardır. Eğer bugüne kadar gitmediyseniz gidin derim mutlaka...

Bundan on yıl önce bizimkiler Bodrum'un o zaman için kuş uçmaz kervan geçmez bir yerinde bir eve girdiklerinde Google Maps de yeni piyasaya çıkmıştı. Hemen girdik baktık yeni evimize: sapsarı bir arazinin ortasında üç beş kendi halinde ev... Bahçede yer alan iki üç koca çam ağacına ise her ne akla hizmetse çivi çakılmıştı ölsünler diye, neyseki çıkartıldı o çiviler de şimdi rüzgar estiğinde hışırdayan çam ağaçlarının altında hayallere dalabiliyorum.

Bu on yıl annem ve babam için toprağı tanıma ve onunla uzlaşma çabası oldu. Her hoşlarına giden bitkiyi toprak beğenmedi, toprağın verdiğini onlar istemedi vs. Ekilen limon ve portakallar kuruyunca yerlerini zeytinler aldı. Yerini seven badem, erik, ayva, incir büyüdükçe büyüdü. Saksıda büyütmeye çalışılan nikah şekeri olarak eve gelen çam fidesi bile beş metreyi zorlar oldu artık.

Bu sene uzun bir zaman sonra bir yaz günü Bodrum'daydım. Sabah sıcak bastırmadan uyandım sabahları, şansıma hava da rüzgarlı mıydı... Ağaç dallarının hışırtısı, "bak şu meyveye durmuş, bunun yaprağı mı kurumuş" incelemeleri, annemin attığı çekirdeklerden fırlayan arsızlar falan derken  huzurlu ve yeşil üç gün geçirdim. O bahçeye açılan verandada içilen öğlen biraları ve akşam rakıları da cabası...

3.08.2014

prelüd: birkaç yunan adası

2008 yılından beri Türkiye içerisinde tatil yapmıyorum. Abuk subuk otellere/pansiyonlara, yemeklere eşek yüküyle para vermek beni hiç de rahatlatmıyor. Zaten iş için 81 ilin yarısından fazlasına ayak basmış durumdayım son altı senede... Gittiğin yerde sonuna kadar açık müzik, kötü dekorasyon, riyakarlık sinirlerimi hoplatıyor. Bunların da hepsi bu topraklarda bolca var. Bu sebeple de eğer tatil yapacaksam yurtdışında yapmayı tercih ediyorum, maliyet olarak düşününce de hemen hemen kafa kafaya geliyor. Bununla birlikte basit zevkleri olan bir adamım. Çocuk yok, aileden kalma başımı sokacağım bir ev var, dolayısıyla da borcum yok. Gece eğlenme alışkanlığımız da yok, yılda bir telefon falan da değiştirmiyorum. Bu da beni tek zevkim olan gezmeye yönlendiriyor zaten. Bu arada İstanbul'da da dışarıda yemek yemenin gereksiz pahalı, yediklerimizin de eğer yüzlerce lira vermiyorsak kötü olduğunu tekrarlıyayım. İşin içine alkol girince zaten fiyatlar da hopluyor.

Ben bu sene çok çalıştım, sene başından beri iş için yaptığım uçuş sayısı 50. Hanım da geçen yaz haftanın altı gününü çalışarak geçirdiğinden tatil yapamamıştı. Kendisi deniz tatili yapmak isteyince açıkçası benim için de kumsalda malak gibi yayılıp kitap okuyup uyumak gayet cazip geldi. İş "nereye gidelim?" sorusuna gelince de Yunan adaları fikri geldi. Önce Palamutbükü'nde sıradan bir pansiyon fiyatına havuzlu otelde kalabilme, çiftlik balığı fiyatına ahtapot yiyip bir kadeh rakı fiyatına bir küçük uzo içebilme, ırzına geçilmemiş sahillerde yüzebilme imkanı nedeniyle cazip geldi. Sonra iki problem çıktı karşıma: 1. problem: zaten bu seneye kadar Yunan toprağına ayak basmamış bir biz kalmıştık, buradan kaçıp Türk işgali altındaki yerlerde tatil nasıl yapılabilirdi ki? Bunu da ramazan ayında tatile gidip bayram başlangıcıyla dönerek bir nebze atlattık. Bir de az tercih edilen adalara (öyle bir ada mı kaldı?) ve adaların da sessiz bölgelerine gitmeye çalıştık. 2. problem: vize! oldum olası vize isteyen ülkelere gıcığım. Hele de bunu bol belge bol teferruat ve bol parayla talep edenlere ekstra gıcığım. Yunanistan da malum Schengen üyesi, ben de önceki iki Schengen'im 2 ve 3 aylık olunca gıcıklık indeksi yükselmişti. Ama malum Yunanistan krizde, turizm önemli gelir ve dolayısıyla da kolay vize veriyorlar. Bir de işleri Kosmos Vize denilen İstanbullu Rumların çalıştığı bir şirkete devretmişler, çok kastırmadan iki günde vizemi aldım.

5.07.2014

rakija üzerine güzelleme

Eğer "abi Yeni Rakı'dan güzeli yok" veya "boğma rakı denilen şey varmış çok sertmiş" gibi önyargılarınız yoksa ve olur da bir yerlerden (Balkanlara yolu düşen bir arkadaş veya bizzat evinde yapan bir kalender gibi) elinize ulaşırsa mutlaka için diye bilgi vermeye geldim.

Şimdi önce şunu ayıralım: ortamlarda her rakı denilen şey bizim bildiğimiz rakı değil. Bizdeki rakı kuru üzümün mayalandırılması sonucu oluşan maişenin damıtılması ve anason eklenmesi sonucu oluşan bir içki. İşin kimyası basit: üzümde bulunan şeker maya hücreleri tarafından kullanılır ve ortaya alkol+karbondioksit çıkar. Uygun şartlarda alınan alkol de içilebir etil alkoldür. Bu basit mantığı biraz kurcalarsak aslında içinde şeker bulunan (yani tüm) meyvelerden alkol elde edilebilir. Nitekim yemyeşil coğrafyalarda yaşayan insanlar da yetiştirdikleri meyveleri yazın yer fazlasını kurutur veya reçel yapar. Elbette bunlardan alkol yapmak da mümkün. Nitekim Balkan coğrafyasında yapılan da bu: erik kullanılırsa elde edilen içkiye slivovica, kayısı kullanılırsa kajsija (aa ne garip isim), armuttan yapılırsa deunjevaca, vişneden nasıl olur denirse višnjevača denir de çeşitleri bitmez. Mesela aşağıdaki fotoğrafı görlen medenica gayet güzel bir bal rakijası. İnsanoğlunun eldeki meyveleri alkol ve diğer amaçlar için kullanması ile ilgili güzel bir yazıyı Michael Pollan'ın Arzunun Botaniği isimli kitabının "elma" bölümünde bulabilirsiniz. Aslında bakıldığında doğru teknik ve aletlerle piyasada bulunandan daha güzel rakı ve rakijalar yapıp içmek mümkün (bir arkadaşımdan biliyorum). Ama kayısı bu kadar pahalıyken nasıl olacak kardeşim bu iş?




Not 1: Yukarıda görülen Cepelin gibi ot eklenmiş bazı içkiler var ki güzeli candır, onunla ilgili malumatı ileride paylaşırız umarım.

Not 2: Yeni Rakı yapılırken şişede de okunacağı üzere tarımsal alkol kullanılmaktadır. Bu da tadı bozan bir şeydir. Sadece üzümden yapılan rakıya alıştıktan sonra inanın Yeni Rakı içmek zul geliyor.

İstek üzerine ek: Bir kere serttir rakija. Yaklaşık %40 alkolden bahsediyoruz ne de olsa. Sek küçük kadehlerde içilir. Rengi normalde şeffaftır ama bekletilen meşe fıçılardan dolayı hafif kahverengi olanını görürseniz şaşırmayın. Ha bir de zamansızdır. Bu gözler sağanak yağmur altında sabahın köründe kahve içmek için sığınılanan Arnavutluk'ta bir kahvehanede rakijaları ile demlenen üç dayı görmüştür. Bir de yavaş için, çarpar...

15.06.2014

ispanya vs hollanda

2010 Dünya Kupası finalinin hayatımın dönüm noktası olacağını elbette bilemezdim, çok yakın bir arkadaşımın ısrarlı maçı birlikte seyretme taleplerine kolaylıkla "hayır" diyebilecek bir asosyaldim ne de olsa. Zaten Uruguay'ın elenmesiyle "kim kazanırsa kazansın" havasındaydım. İspanya güzel oynuyor Holanda hiç kendinden umulmadık şekilde gıcıklaşıyordu. İkisinden birisi ilk kez şampiyon olacaktı ama Hollandalılar hep direkten dönmüştü, sanki güzel olurdu bu sefer onlar kazansaydı. Maç uzadı, penaltılara gitmeden hemen önce Iniesta kupayı kazandırdı. O sıcak temmuz gecesinden yanıma maçtan çok tanıştığım birisi kar kaldı.

Dün kaderin bir oyunu iki takım bir kez daha karşılaştı 2014 Dünya Kupası'nda. Bir asosyal olarak evde tek başımaydım. Bu kez gerçekten Hollanda kazansın istiyordum, güzel oynadılar ve intikamlarını aldılar. Tepede dolunay, havada ıhlamur kokusu vardı. Her şeyden daha güzeli, dört sene önce tanıştığım kişi artık hayat yoldaşımdı.

2.06.2014

belgrad: yiyelim









Hepimizin malumu Sırp mutfağı et, süt ürünü ve hamur işi ağırlıklı. Cevapcici ve pljeskavica ikilisi ile köfteye doymak gayet kolay. Yanında gelen kajmak bizim bildiğimiz yoğurt-krem peynir arası bir yerde. Karađorđeva Šnicla ise kajmak ve bacon kardeşliğinin bir sonucu. Bir uyarı: yemekler çok tuzlu. Sebze denilen şey genelde patates ve lahana. Hafif bir şey yemek isterseniz peynir ve et tabağı her zaman bulunabiliyor, bizim gibi taze peynir manyakları için de bir cennet burası.

Sabah kahvaltısı için ideal adresler "pekara"lar. Harika börekler ve başka hamurişlerini gayet makul fiyata alabiliyorsunuz, tek sıkıntı oturacak yer bulunmaması. Ha bir de yanında yoğurt içiliyor. Örneğin Pekara Toma'dan (adı kötü şeyler çağrıştırsa da) bureklerinizi alıp hava da güzelse hemen karşıdaki parkta kahvaltınızı yapabilirsiniz, malum Belgrad bol miktarda park barındırıyor.

Zemun'da ve Sava kıyısında balık lokantaları da bulunuyor. Adriyatikten gelen kalamarlar, ahtapotlar gayet leziz.

Ayaküstü atıştırmalık bir şeyler arıyorsanız da şehirde bol bol pizzacı var, dilim pizza satma gibi de buralara yeni yeni uğramaya başlayan gayet güzel bir ugulamaları var.

Akşam oturup muhabbet etmek, içmek, geleneksel müzik dinlemek ve de yemek yemek için ideal adresler "kafana"lar. Skadarlija'da Šešir Moj ve Dve Jelena ile Knez Mihailova Caddesi'nin sonuna gelmeden sola inip kilisenin karşısında bulacağınız "?" deneyip beğendiklerimiz. Ha bir de Cumhuriyet Meydanı'ndan aşağı inen yolda sağ tarafta kalan Zlatno Burence'yi şans eseri görüp oturduk: bol porsiyonları, lezzetli yemekleri ve uygun fiyatlarıyla mutlaka gidin derim.

Balkan mutfağıyla 2011 yazında tanışmış, Prizren ve Üsküp'te hayatımda yediğim en güzel köfteleri yemiştim. Et ürünlerinin buralarda bu kadar pahalı olmasını anlayamamış ve de köfte yapmayı bilmediğimize karar vermiştim. Bu fikrim pekişti.