31.12.2013

düdüklüğün zirvesi 2013

Dünya yok olup bir kapanış değerlendirmesi yapılacak olsa herhalde 2013 kendinden gayet konuşturacaktır; olmadı kendi kişisel tarihim için ben bunu diyebiliyorum.

Ülkenin çivisinin çıktığını da gördük, yüzyıl önceki zihniyetle ülke yönetenleri de. Kıç yalayanları da gördük zeki, çevik ve ahlaklıları da. Kendi çıkarları için milyonların ölümüne razı olanlar da vardı karşı çıkmaya çalışanlar da. Dönem dönem umutlanıp mutlu olsam da elde kalan genelde sinir, hayalkırıklığı ve üzüntü oldu.

Bana gelince blog sayfalarının da fark ettiği üzere bol çalışıp az gezebildiğim bir sene oldu; ha bu arada işi de değiştirdim medeni hali de...

Cümlemize bundan daha iyi bir 2014 dilemekten başka da bir şey gelmiyor elimden.

9.12.2013

altı

Koskoca altı yıl olmuş, utanmasam unutacağım bugünü. Bugün sektöre girdiğimden beri yapmaktan uzak durduğum bir işin kucağıma verilmesinden beri artan mutsuzluğum tavan yapmışken, bütün haftasonunu piyangodan para çıkarsa nasıl hayatımı gerçekten güzel yaşarım diye hayal kurarak geçirmişken, dışarıda deli bir rüzgar çıkmışken, hakikaten içimden birşey yapmak gelmiyorken, mutsuzken, mutsuzken ve de mutsuzken...

Koskoca altı yıl oldu, utanmasam unutacaktım. Önce kıçım sıkışınca aklıma düşerdi, sonra mutluluklarımı paylaşmak isteyince... Bugün canım rakı istiyor, bir süredir altı yıldır yapamadığım şeyleri çekiyor canım zaten. Bundan sonra o şeyleri ancak ben becerebilirsem yapabileceğim gel gör ki.

Koskoca altı yıl oldu, unutmak istesem de unutamayacağım. Unutursam zaten feci sıçmışımdır.

6.12.2013

mantar çılgınlığı


Kasım ayında mutlak Bodrum'dan kargo gelir: değişmez ikilisi de çintar ve mandalinadır. Bu sene de yağmurların başlaması ve arkasından pazarların çeşit çeşit mantarlarla dolması sonucu ilk fotoğrafta örneğini gördüğünüz çintar ve de annemin bir tanıdık tavsiyesi sonucu aldığı külek taa bizim eve kadar ulaştı. Külekleri tereyağı sıvanmış fırın tepsisine dizip üzerine kekik ve pulbiber ekleyip 150 derece sıcaklıkta yarım saate yakın beklettik, beklediğimizden fazla su salması dışında sıkıntı yoktu. Çintarlar ise her zamanki gibi küçük parçalara ayrılıp vokta azıcık baharat eşliğinde pişti. Sonuçlar aşağıda:







Yanına da Batum'dan taşıdığım beyaz şarabı açtık. Gayet leziz bir akşam yemeğiydi. Kalanlrı da ertesi akşam noodle karıştırıp bir harika yemek daha elde ettik.



4.12.2013

şipşak batum

İki hafta önce bir toplantı için Hopa'daydım, bu vesileyle birkaç saatliğine de olsa Batum'u görme şansım da oldu. Bu arada önce Hopa'ya Batum Havaalanı'ndan gidişten de kısaca bahsedeyim: bir kere kafa karışıklığına gerek yok, Batum uçağı ile Hopa uçağı aynı sadece fiyatları farklı. Eğer Hopa'ya gidiyorsanız önce dışhatlara gidip nüfus cüzdanınızla pasaport kontrolden çıkıyorsunuz. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuk sonucunda Batum'a iniyorsunuz ve sizi ayrı bir salona sokup doğrudan Havaş otobüsüne bindiriyorlar. Bahçeli iki katlı evler, portakalr ağaçları ve yemyeşil bir ovadan geçip sınıra ulaşıyorsunuz ve durmadan Türkiye'nin mimari şaheseri binalarıyla dolu bir tarafı dağ bir tarafı deniz sahilyolundan geçip Hopa Limanı'nda indiriliyorsunuz. Nitekim dönüş de aynı şekilde. Bu arada belirteyim Hopa-İstanbul biletinizdeki kalkış saati Hopa'dan otobüsünüzün kalkış saati, kafanız karışmasın.

Cumartesi toplantı sonrası iki otobüs kalkıp Batum'u görmeye gittik. Sınır kapısı bugüne kadar gördüğüm tüm kara sınır kapıları gibi çirkin ve kaotik. Türkiye tarafından torbalarla aldıkları eşyaları evlerine götüren Gürcülerle birlikte sıraya girip gene nüfus cüzdanımızla sınırdan çıkıp Gürcü tarafında sıraya girdik. Yine bir not: bizim tarafta tuvaletler paralıyken Gürcü tarafında beleş, tuvaletin tam ortasında yer alan klozet ise anlamsız. Batum'un kurulu olduğu Çoruh'un Karadeniz'e döküldüğü ova sınırla birlikte başladığı için şehrin havası daha yumuşak, nitekim dağ taş portakal bahçesi. Yolda önce HES'lerle kuruttuğumuz Çoruh'u sonra Gonio Kalesi'ni geçip şehre giriyoruz. Bir tarafta teneke kaplı Sovyet dönemi toplu konutları bir tarafta dışı şatafatlı içi boş yepyeni binalar, casinolu oteller... Karnımızı haçapuri ve armut gazozuyla doyurup meşhur botanik parkına gidiyoruz ama hava karardığı için pek tadı çıkmıyor. Hopa'da Türkiye saatiyle dört dedin mi hava kararıyor, Gürcistan ise bizden yazın bir kışın iki saat ileri. Sonra kısa bir şehir turu: yine bir tarafta yoğun bir Sovyet dönemi tek tipliği ile birlikte estetik ve yaşlı binalar bir tarafta kapitalizmle birlikte yapılan inşaatlar. Mevsim itibariyle ortalık da pek sessiz. Sonra bu civarın meşhur bir restaurantına götürüyorlar, ayrıntıları burada yazmışlar zamanında. Gürcü şarapları gerçekten muhteşem. Daha sonra biz varız diye Türkçe çalan şarkıcılara postayı koyan beli silahlı abilerin Gürcü müzikleriyle döktürüşünü izleyip geri dönüyoruz. Sınır kapısı Erivan'dan İstanbul'a giden otobüslerle dolu. Yoldan şaraplarımızı alıp gümrükten de torpille geçiyoruz, keza her yerde üç günden az yurtdışında kalanların içki ve sigara getiremeyeceği yazıyor, yanınızdaki şaraplara el konulursa şaşırmayın yani.

Açıkçası bunu saymıyor ve "komşularla sıfır sorun" politikası neticesinde Gürcistanla da papaz olmadan Batum ve oradan da Tiflis'i görmeye gelmek lazım diyorum.

8.10.2013

evvel zaman içinde dostlar

Ankara'ya ilk gelişim bir sonbahar günüydü ve hava da tıpkı bugünkü gibiydi. En yakın arkadaşım, birlikte geçen yedi senenin üzerine üniversite için ikameti Ankara'ya aldırdığında ben o taşra şehrinde bir sene daha kalıyordum. Kendisi yurtdışında çalışmaya giden her Türk erkeği parayı, kadını ve ortamı bulup nasıl eşini dostunu gezmeye yanına çağırıyorsa bizimki de aynı mantık beni çağırdı yanına; tek fark bizim ortamımız Sakarya'nın sulu biraları veya ODTÜ'de kafaya dikilen cep kanyaklarıydı. Paranın ve kadının durumunu da bu örnekten çıkartabilirsiniz...

Abidinpaşa'dan Dikimevi'ne iner, oradan Kızılay'a geçer, sap sap kitapçıları gezer, üzerine de bir barda biraya tamah ederdik, hava güzelse Kuğulu Park'ta veya kaçak girme konusunda ustalaştığım ODTÜ'nün bir köşesinde de yanımızdaki nevaleleri tüketirdik. Öğrenciydik ya vakit boldu, o nedenle bol bol konuşurduk-hatta bazen aynı şeyleri.

Ben nedense o günlerde gördüğüm Ankara'yı çok sevdim, yaz kış demeden birkaç kere daha gittim, neyse ki üniversiteyi güzide şehrimiz İstanbul'da ilişkimiz o aşamada kaldı. Bizler de büyüdük ve bordrolu birer ofis elemanına evrildik. Bugün Cebeci'deyken Dikimevi'ne baktım pek değişmemiş gibi geldi. Sonra benim işim erken bitti, onun işi erken bitti, arabaya atladık önce yol üstünden yiyeceklerimizi aldık sonra da biralarımızı. ODTÜ'ye artık misafir kartıyla giriliyormuş, sadece arka koltuktaki torbaların üzerini örtmek gerekti. Hepi topu bir iki saatimiz vardı çünkü O'nun çocuklar evdeydi ve hanımı yalnızdı. Kısa sürede bir yandan yedik içtik bir yandan da sohbet ettik sonbahar güneşinin altında. Bu seferki sohbetlerimiz viski, rulet masası, ekonomik gidişat gibi daha büyük konularıydı ama soğumaya başlayan hava, dökülen yapraklar, toprağın kokusu yirmi sene önceki gibiydi.

Sonra bize ayrılan sürenin sonuna geldik, beni otelime bıraktı, bunu saymamaya karar verdik...

1.09.2013

yaz biter, eskir geceler


Deniz kokusu, rakı ve pişmiş etin bir araya geldiği bir sofraya ne zamandır oturmadım ve fark ettiğim üzere özlemişim. Ne de olsa deniz kenarına ya da tekne sefasına gidiş ve akabinde dönüş yok; evde-lokantada bekleyen rakılar, mangal üzeri etler de yok... Peki ne var? İstanbul'da resmi tatiller dahil haftada bir gün izinle çalışan, SGK kayıtlarına göre işe başlayış süresi bir yıldan az olduğu için izin de alamayan yeni kurulmuş bir çekirdek aile var. Denizle ilişki akşam kenarında yapılan yürüyüşler, etle ve alkolle ilişki de dökme demir tavada yapılan etler, balkonda içilen içkiler...

Bir yaz daha geçti, akşamlar artık daha serin. Ve bu yaz direnişiyle, umutsuzluğuyla öyle bir geçti ki ancak yıllar sonra geriye dönüp bakıldığında bir anlam ifade edebilecek. O zaman kadehimi bahçede yakılan mangallara ve Akıntı Burnu'nda içilen çakma mojitolara kaldırıyorum...

16.08.2013

gün geçmiyor ki bir corto maltese yazısı daha yazmayayım

Bu seferki Taraf Kitap için...



BAYRAKLARA VE DOGMALARA İNANMAYAN BİR DENİZCİ, CORTO MALTESE
Corto Maltese: Masalda yaşamak güzel olurdu.
Altın Dudak: Tabii. Ama sen zaten sürekli bir masalda yaşıyor ve farkına varmıyorsun. Bir yetişkin masal dünyasına adım attığında artık oradan çıkamaz bunu bilmiyor muydun?
                                             
2011 yılının Ağustos ayında bir iş için yolum Paris’e düştüğünde üzüldüğüm tek şey Pinacothèque’de yer alan “Hugo Pratt’ın Hayali Yolculuğu” sergisini kıl payı kaçırmış olmamdı. Mekanın kaldığım otele yakın olmasını fırsat bilip, her sabah erkenden kalkıp yollara düşmeden önce arkasına Venedik’in silüetini almış olan Hugo Pratt’ın en bilinen karakteri Corto Maltese ile bakışıyorduk karşılıklı. (afiş için: http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://masmoulin.blog.lemonde.fr/files/2011/03/affiche.1300675710.jpg&imgrefurl=http://masmoulin.blog.lemonde.fr/2011/03/24/hugo-pratt-remplace-%25C2%25AB-au-pied-leve-%25C2%25BB-les-mayas-a-la-pinacotheque/&h=408&w=538&sz=107&tbnid=dBR95szjWl-eTM:&tbnh=90&tbnw=119&zoom=1&usg=__8C_wH5gFk_St-EO5NgQqPMMlxIs=&docid=Sj8Sa8UBONmkjM&sa=X&ei=G9PrUZ7RC42u4QSeyoFI&ved=0CE4Q9QEwBw&dur=80#imgdii=dBR95szjWl-eTM%3A%3B323eqMzsKf_l1M%3BdBR95szjWl-eTM%3A)
Corto Maltese, hayatı bir roman olan Hugo Pratt’ın çizgi roman olarak vücut bulmuş hali ve hatta biraz önden gidiyor olsa da otobiyografisi. Ortada fiziksel bir benzerlik de vardır, nitekim Umberto Eco’nun kızı Hugo Pratt ile tanıştıktan sonra Pratt’ın Corto Maltese olduğunu fısıldar babasının kulağına. Her ikisinin de baba tarafında İngiliz kanı vardır; Pratt Venedik’te doğup babasının işi nedeniyle Habeşistan’a gider ve İkinci Dünya Savaşı sonrası soluğu Arjantin’de alır. Venedik’in kendisini tembelleştirdiğini söyleyen Corto ise Malta’da doğar ve küçük yaşta tek başına yollara düşer; elbette ki durakları arasında Habeşistan ve Arjantin de vardır.

Hem kendi yaşadıkları hem de tarih merakı Hugo Pratt’ın böylesine ölümsüz bir karakteri ortaya çıkarmasında şüphesiz büyük rol oynadı. Yoksa Beyaz Ordu mensubuyken Moğolistan’da bağımsızlığını ilan eden Alman general Roman von Ungern-Sternberg ya da Somali’de bir tarikat yönetimi kurup 20 yıl boyunca İngiliz ve İtalyanlara karşı savaşan Deli Molla lakaplı Seyyid Muhammed Abdullah Hasan gibi bilinen tarihin hep arka sayfalarında kalmış karakterlerin bir şekilde Corto Maltese maceralarında boy göstermesi asla mümkün olmazdı. Nitekim “Semerkant’taki Altın Yaldızlı Ev” macerasında bu toprakların tarihine de el atar Pratt: İttihatçiler, Ermeni tehciri, Mevleviler, Yezidiler ve ölüme atını süren Enver Paşa…

Dünya’nın Corto Maltese ile tanışması 1967 yılını buluyor. Daha önce dünyanın çeşitli köşelerinde farklı mecmualarda eserleri yayınlanan Hugo Pratt Sgt. Kirk isimli derginin oluşumunda yer alır ve ilk sayıda da Corto Maltese’nin “Una ballata del mare salato” isimli hikayesine yer verir.  Mekan Pasifik Okyanusu zaman Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesidir. İkinci hikaye içinse aradan üç yıl geçmesi gereklidir: Fransız Pif Gadget dergisinde dört yıl boyunca kısa hikayeleri çıkar kahramanımızın, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kah Brezilya açıklarında yelken açar kah Dublin sokaklarında IRA militanlarıyla karşılaşır. 1974-1989 tarihleri arasında yedi uzun hikayesi daha yayınlanır Corto’nun Sibirya’dan Buenos Aires’e geniş bir coğrafyada geçen. Daha sonra kahramanımız İspanya İç Savaşı esnasında kaybolur, bunu da Pratt “Çöl Akrebi” serisinde başka bir karakterine söyletir. Onunla ilgili son aldığımız haber ise 16.6.1965 tarihli bir mektuptur; Şili’de gözünün feri kaçmış bir şekilde, tek başına, yüzü denize dönük oturduğunu öğreniriz.
Peki kimdir bu Corto Maltese? 10 Temmuz 1887 La Valetta doğumlu, Cordoba’nın Yahudi mahallesinde büyümüş, babasından dolayı İngiliz vatandaşı, anne tarafından İspanyol çingenesi kanı taşıyan, ikameti Antigua'da, evi Hong Kong'da romantik, bireyci, sarkastik bir kahraman. Ne bir dini vardır ne milliyeti. Kendi donanmasının kaptanıdır söylediği gibi. 10 yaşında usturayla elinde bir kader çizgisi oluşturmuş, Jack London’dan  John Reed’e, Kızıl Baron’dan  Enver Paşa’ya bir çok tarihi karakterle yolu kesişen bir maceraperesttir. En sevdiği kitap bir türlü bitiremediği Thomas Moore’un Ütopyasıdır. Dediğimiz gibi Corto Maltese zaten hep bir yolculuk halindedir çünkü olduğu yerde bir türlü mutlu değildir. Yeni bir hikayeye atılmak için bahanesi hazırdır; genelde para için yapsa bile ganimeti annesine göndererek bahanesini yok etmek istemez belki de. Kafasında her daim kaptan şapkası, ağzının bir kenarında sigarası…
Corto Maltese’nin bu topraklara ulaşması ise nispeten yenidir. Dost Kitabevi 1999-2004 yılları arasında 10 adet Corto Maltese hikayesi yayınlar; daha önce bahsedilen kısa hikayeler de birleştirilmiş ciltler halinde piyasaya sunulmuştur. Yine de iki hikaye nedendir bilinmez çevrilmez Türkçe’ye; buna karşılık 2000 yılında ilk Corto Maltese macerasının Hugo Pratt tarafından romanlaştırılmış halini yayınlamayı unutmaz. 2012 başında ikinci bir Corto Maltese seferi yaşanır NTV Yayınları tarafından. Her iki yayınevinden çıkan hikayelerde bir çok farklılık göze çarpıyor: Mesela Dost’tan çıkan hikayeler büyük boy, ikinci hamur kağıda basılı ve siyah beyazken NTV’den çıkanlar küçük boy, kuşe kağıda basılı ve renkli. Bu da Hugo Pratt’ın çini mürekkebi desenlerine alışmış bizlere biraz garip geliyor. Bununla birlikte NTV’den çıkan hikayelerin çevirisi (Alev Er tarafından yapılmış) daha derli toplu ve doğal olarak farklılıklar içeriyor. Mesela Corto’nun Vodoo büyücüsü arkadaşının adı bir tarafta Altın Dudak diğer tarafta Parlak Dudak (orijinali Bocca Dorata). Önemli bir farklılık da ilk Corto Maltese macerası olan “Una ballata del mare salato” çevirisinde: Bir Tuz Denizi Şarkısı’na (Dost) karşılık Tuzlu Denize Balad (NTV). Ayrıca Dost Kitabevi’nden çıkan “Oğlak Burcu Altında” bugüne kadar NTV Yayınları’ndan altı ayrı hikaye olarak çıktı. Bizim için en değerli olansa Dost’un yayınlamadığı hikayelerden birisi olan “Gençlik Yılları”nın artık Türkçe’de yer alıyor olması. Dost Kitabevi’nden çıkan serinin en önemli özelliği ise haritalar, karakter ve yazar hakkında ek bilgiler, ön yazılar (bir tanesi Umberto Eco imzalı mesela) içeriyor olması.
Hugo Pratt Corto Maltese’nin kayboluşunu şöyle açıklar: "Hızla dijitalleşen her şeyin birbirine bağlandığı bir dünyada Corto Maltese gibi bir bireyin yeri yoktur." Akla ister istemez Corto Maltese’nin 1905 Rus-Japon Savaşı esnasında arkadaş olduğu Jack London’un Martin Eden için “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü.” demesi geliyor.
Evet Corto Maltese artık yok, evet hikayeleri artık renkli ve evet dünyada bırakın Corto Maltese gibi bireylere, külliyen bireylere yer yok.

- Ya sen Corto, ne yapacaksın?
- Ben de gidiyorum, öylesine, gitmiş olmak için...


21.07.2013

corto ganimetleri

Daha önce anlatmıştım Paris'teki Hugo Pratt sergisini nasıl kaçırdığımı, nasıl kedi gibi hediyelik eşya mağazasının camından içeriyi kestiğimi ama sayımda olduklarından güzelim çizimleri kaçırdığımı. İşte o olaydan sonra bizim hanımın yolu Paris'e düşünce görevi ona devretmiştim, o da sağolsun iki magnetle geri gelmişti. Birisi Gençlik Yılları'ndan diğeri Etiyopyalılar'dan.
Daha sonra hanım çok sağolsun sahaf fuarından bir Corto posteri aldı, o da çalışma odasının duvarı ile çalışma masasının üstü arasında gidip geliyor.


Son ganimetlerse gayet taze. Paris'te aylak aylak gezerken karşıma çıktı, koleksiyoner işiymiş ya da satıcı beni yedi. Neyse dünyaya bir daha gelmeyeceğimin farkında olarak oyroları bayıldım.
Bu arada NTV Yayınları'ndan Gençlik Yılları çıktı renkli ve cep boy olarak. NTV Tarih'in içine eden bir yayınevinin Corto'dan uzak durmasını beklemiyorduk değil mi?


7.07.2013

geç kalmış yazı2: herkes kendi federeler duvarı'nı görecektir elbet

29 Mayıs sabahı iş için yolum hazır Taksim'e düşmüşken, sabahın kör vaktinde dozerlerin girdiğini  atılan twitlerden öğrendiğim Gezi Parkı'na uğrayıp işin artık işten geçtiğini düşünmüştüm polis kordonunu görünce. Ama hiç de öyle olmadı, zalimliğe karşı büyüyen tepki çığ gibi ilerledi. Cumartesi günü akın akın Taksim Meydanı'da girilen saatlerde biz de bir taksiye atlayıp Balat'ın yollarını tuttuk, ne de olsa zamanında kararlaştırılmış bir düğünümüz vardı. Ev sahibinin ayağı gaz bombası isabeti sonucu kırılmış, konuklardan bazıları TOMA önüne katılmış, bazıları yollarda mahsur kalmış, bazıları da gaz maskeleriyle Beşiktaş'a koşmuş olsa da yine de bir düğün vardı ortada. Sonrasında Gezi Parkı'ndan meydana taşan "komünal şenlik" kurulduğunda ben uzaklardaydım ve döndüğümde de gene gaz bombaları gene plastik mermiler... Ve bir de üstüne göz göre göre söylenen yalanlar, Goebbels'in yalanıp yutulmuş ilkeleri, zalimlik, kanundışılık, beceriksizlik, gerginlik, meşru müdafaa altında öldürülenler, uzuvlarını kaybedenler, evlerinin içinde gazlananlar...

O uzaklarda olduğum hafta şunu düşündüm: varsayalım bir mucize oldu ve devrim gerçekleşti. Gelecek hafta nasıl bir Türkiye olacaktı? İç karartıcıydı tahminim çünkü o topluluktaki enerji ve espritüellik politikanın çarklarında parçalanmaya mahkumdu. Nitekim 1848'ten 1871'e, 1968'den Arap Baharı'nda hep umutlandıran hareketler daha beter yönetimlere bırakmıştı yerlerini. Mesela Mısır'ı düşünmüştüm, bir Firavun'u deviren halk bir başka Firavun'a mahkum olmuştu-dedim ya geç kalmış bir yazı bu. Fakat artık her geçen gün içim daha da kararıyor. Benim oyumu alamayan iktidar benim yaşam alanımı kısıtlıyor. Tepki gösterince "bunlar" olarak kodlayıp iyice ötekileştiriyor, kendi yavrularına düşman ilan ediyor ve tüm aklı dış mihraklardan aldığım savını öne çıkartıyor. Dinlemek hak getire. Sinirli bir başbakanımız, hukuktanımaz valilerimiz, saçmalayan bakanlarımız, metrolara gaz sıktıran emniyet amirlerimiz, insan öldüren polislerimiz var. Ve ben hepsinden nefret ediyorum. Ne bu dünyada adalete inanıyorum ne de öteki tarafa. Tek dileğim insanların çektirdiği acılardan daha fazlasını çekmeleri. Uzun, acılı bir ölüm bekliyordur umarım bazılarını...

Bu süreçte esas beni mutlu eden bazı liberallerin foyalarının meydan açıkması oldu. Her türlü yavşaklığı yapmalarına alışıktık da bu kadar absürd bu kadar zorlama iktidarı ve gücü yalama gayretleri karşısında ağzım açık kaldı. Gün gelecek, devran dönecek ve bu isimler elbet yalayacak yeni kıçlar bulacaklar zaman içerisinde.

Bir de mesela kardeşimle daha da gurur duydum bu süreçte. Eylemlere katılan, parktaki kedilere evini açan, astımına rağmen durmayan, o en boktan sokaklarda insan avı yapılan pazar günü apartmana süt, su ve solüsyon bırakan kardeşimle ne kadar gururlansam azdır.

Ha bir de bazı insanları hayatımdan çıkardım. Yok, karşıma AKP yalakalığıyla çıkan olmadı neyse ki ama davet edildiğin yere gidemesen bile tebrik etmek için ararsın en azından, babam öldüğünde de silmiştim bazı insanları hayatımdan ve bir şey de kaybetmedim biliyor musun? 

22.06.2013

geç kalmış yazı1: kiraz

Eski şirkette 40 yıldır çalışan bir abimiz vardı. O 40 yılı da aynı odada, koltukta, masada geçirmiş gibi hissederdim odasına her sohbet etmeye girdiğimde. Altmışını geçmiş, çocuklarını evlendirmiş, fazla kiloları ve hastalıklarıyla hayatı olduğu gibi keyifle yaşardı ve ne yalan söyleyeyim bazen fazla konuşmasıyla beni esir alırdı. Geçen sene bir gün gene sohbet ederken (ki çoğunlukla yeme içme üzerine olurdu)  baharın başlangıcında "doktor," demişti her zamanki gibi, "ben belli bir yaşa geldim artık. Her yaşadığım bahar benim yanıma kar kalıyor. Mesela kiraz yemeyi çok severim. Bu sene de yiyeceğim sanki son kez kiraz yiyormuşum gibi." diyince ben klasik "aman olur mu öyle şey!" demiştim de bilememiştim hakikaten geçen sene yediği son kirazlarmış adamcağızın. Yazın ortasında bir akşam, hemen yemekten sonra balkonda otururken ölüvermiş.

Bu sene de yaz bitmeden mümkün olduğunca çok kiraz yiyorum. Ama dün Gaziantep'te 2,5 TL olan kirazın kilosunun Macrocenter'da 16 TL olduğunu görünce nevrim dönüyor...

23.04.2013

tatar çölü ya da bastiani kalesi'nden ayrıldığını sanmak

"...Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı."

Eski iş yerimde artık kalmak istemediğimi anladığımda bir yandan da zaten bu zamana kadar kalarak çok vakit kaybedip kaybetmediğim de aklımı kurcalamaya başlamıştı. Ömrümün güzel vakitlerini orada konfor alanımdan ayrılmak istemediğim, bir odam olduğu, insanları tanıyıp kendimi de sevdirdiğim için mi tüketip gidiyordum? Şansın da yardımıyla hızlı bir şekilde bağımı koparıp daha büyük bir firmada daha alt bir kademeden organizasyon şemasına dahil olup kendimi ispatlama sıkıntıları yaşıyorum bir haftadır. Kendi Bastiani Kale'mde önce "işi öğrenirim, bunun için de 2 sene yeterli" demiştim. Sonra müdürüm gidince "yenisi gelir, bir 6 ay onunla çalışıp tecrübe kazanırım, sonra da giderim", yeni müdür değil de yeni genel müdür gelip "gel seni müdür yapalım ama bunun için 2 sene lazım hem müdürlük yap hem de şimdiki işlerini" diyince de önce 2 sene sonra da "biraz daha zamanın var, sene sonu müdürsün" sözü üzerine bir sene daha bekledim. Ama o beklemeler nedense hiç kesilmedi, benim de Giovanni Drogo'dan farkım kalmadı. Neyse ki o girdaptan çıkacak gücü buldum kendimde, yoksa oradan emekli bile olurdum herhalde. Velakin yeni yerin de bir Bastiani Kalesi'ne dönmeyeceğinin garantisi yok. Eskiden sahil yolundan gidince İstinye Bayırı'na sapıyordum şimdi düz gidiyorum, bu da bir umut aşılıyor her sabah. Peki ne zamana kadar?

Not: Kitabı pederin kütüphanesinden aşırdığım Can Yayınları baskısından okudum. Her kitabın arkasında okuduğu yılı yazardı kurşunkalemle. Bundaki tarih 1996. Kitaptan altını çizdiği tek cümle ise yukarıda yer alan. Halbuki o cümlenin hemen öncesinde "...ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde, evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir." demekte Buzzati. Yaşıyor olsa iki gün sonra 60 olacaktı babam. Onu en çok böyle büyük kararlar alma dönemlerinde özlüyorum. Şimdiden doğum günün kutlu olsun.

17.04.2013

sıkıcı bir karakter olarak zagor





Her Türk erkeği gibi ben de çizgi romanla büyüdüm. Rahmetli sağolsun iyi bir koleksiyon yapmıştı, onun edindiği Teks, Teksas, Tommiks, Redkitlere ben de zamanla Kızıl Maske ve Asterikslerle bir katkıda bulundum. Fakat evde toz yapan her nesneye düşman olan annemin kulisleri sonrası o koleksiyon dağılıp gitti. O dönemde yanılmıyorsam çizgi roman bulmak da zorlaştı diye hatırlıyorum, Tay yayınları kapandı gibi bir anı var aklımda. Bu arada Amerikan süper kahramanları değil de daha çok Avrupa-özellikle de İtalyan- ekolünden daha insani kahramanları okumayı sevdiğimi de belirteyim.

Neyse el para tutmaya başlayınca tekrar çizgi romanlar düştü akla ama bulması kolay değildi ya da bende o eski heyecan yoktu. Bu arada Asteriks'in tüm serisi kütüphanedeki yerini aldı, Corto Maltese ile tanışıldı, eski dost Teks ile tekrar buluşuldu vs. Esas dönüm noktası bir arkadaşın işi nedeniyle eline geçen ve atmayı düşündüğü Mister No'ları bana vermesiyle yaşandı. Jerry Drake'ten ileride bahsederiz zira Bonelli'nin en başarılı karakteri bence. Aynı arkadaş Mister No'lara ek olarak Büyülü Rüzgar, Martin Mystere ve Zagorları da ekledi bana gelen paketlere. Ben de Zagor okuyarak başladım yeni karakterlere ama açıkçası çok sıkıldım Baltalı İlah'tan.

Bir kere almış bütün Darkwood'un dertlerini omzuna. Çiko ile bataklıkta yaşıyorlar sıfır eğlence var hayatlarında. Her yere tabanbay gidiyorlar, alkol yok kadın yok. Çiko'nun tek derdi yemek yemek ve Zagor sürekli aşağılıyor onu "fıçı" diyerek. Ama esas konular sıkıcı, sürekli askerler-kıılderililer arası gerginlik var, el kadar ormana uzaylı da geliyor çılgın profesör de. Karakterlerin de analizi pek yapılmıyor, yüzeyel geçiliyor. Halbuki Mister No öyle mi? İçiyor, kızlarla eğleniyor, para için derde bulaşıyor, "Esse Esse" gibi bir kankası var. Ve karakter analizleri çok iyi: örneğin Jerry'nin Manaus'tan kaçıp New York'a kadar sürüklendiği maceralar silsilesi adeta bir dizi gibi akıp gidiyor.

Neyse elimde 3-5 macera kaldı, bitirip diğerlerine geçeyim. Umarım Martin Mystere ve Büyülü Rüzgar sıkıcı çıkmaz.

16.04.2013

bekarlığa veda

Geçen hafta itibariyle masamı boşalttım ve yeni bir maceraya yelken açtım. Bu arada hanımın Londra seferini de fırsat bilerek yeni iş yerine bu hafta başlayabileceğimi de belirttim. Evde yayılır, sahilde yürür, yazar çizerim, balkondaki bitkilerle uğraşırım diye düşünüyordum ki maşallah hiçbir şey yapmadan geçti gitti sanki bu bir hafta. Cart diye geri dönen kışın da sağolsun kazığını yemiş oldum.

Bu arada evde yalnızken günler nasıl geçiyordu diye düşünüp aynı alışkanlıkları yaşatmaya çalıştım: dışarıdan leş yemekler söyledim, etrafı dağıttım, saçma sapan şeyler seyrettim.

Ne çabuk geçti yahu bir hafta? Yarın son tatil günüm, bari biraz evi toplayayım da fırçadan kurtulayım.

14.04.2013

roket

Roket Lao'nun ilk uluslararası filmi, tabi bir Avustralya eli de almış. Senaryo çok derin değil, görüntüler güzel, oyunculuklar sırıtmıyor, başroldeki çocuk(lar) tatlı. Ortaları biraz baysa da izlediğim için memnunum, Lao'yu hatırlattığı için de...

Konu ilginç: Lao'nun kuzey bölgesindeki bir köy yapılan baraj nedeniyle sular altında kalacaktır ve boşaltılır. Kahramanımız da ailesiyle beraber yollara düşer bu nedenle. Film de onun gözünden yaşananlar nitekim. Daha ağır olabilecek bir konu belki de çocuk gözünden anlatıldığı için eğlenceli geçiyor ve mutlu sonla bitiyor.

Film sayesinde Lao yakın tarihi ilgilendiren birçok konuya da değiniliyor: Mekong üzerine yapılan barajlar, Amerikan bombardımanından kalan patlamamış bombalar, CIA destekli kurulan gizli ordular ve çocuk savaşçılar, animizm, Lao'nun güzel doğası ve insanları...

Bu sene de film festivalini pas geçmemiş oldum, entelliğime entellik kattım.Filmin trailerı için tıklayın.

30.03.2013

gönül isterdi ki istifa dilekçesini yola düşmek için vereyim

Evet, nerde kalmıştık? En son ayın ilk gününde önce evlilik için gün almış, o gazla da şirkettekilere posta koymuştum. 19 gün aralıksız çalışıp nihayet kanepede devrilecek fırsat bulmuşken yazayım istedim: takvimler 21 Mart'ı gösterir, cemreler düşer, bahar gelir, barış istemeyeni döverlerken ben de sabahın köründe yemedim içmedim genel müdürün kapısında pusuya yatıp "Ada, ben ayrılmak istiyorum" dedim. Dolmasından kafasını kaldırdı, yüzü kızardı, "başka birisi mi var?" diye sordu. Elbette vardı. "Sen patronla konuşana kadar iki teklif aldım" dedim. Sonrası klasik "yolun açık olsun ama gidişin acıtmadı ki" konuşmaları... "Çok uzatmayın Tekirdağ yolu uzun" dedim ve peynir tatlısı yemeye gittim. O nasıl bir güzelliktir değil mi?

5,5 yıl bir yerde çalışınca -ki ömrün onda biri eder neredeyse- ayrılmak zor gelir diye düşünüyordum, ama o kadar bıkmışım ki şu uzatma günleri bir an önce geçsin diye bekliyorum. Tek üzüldüğüm konu uzun hatta upuzun bir seyahate çıkma projesi gene rafa kalktı.

4.03.2013

01.03.2013

O gün dünyanın bir başka yerinde bir başka biri önce karısı ve çocuklarını öldürüp sonra da aynı hesaplaşmayı işyerine taşımış olabilir, bilemiyorum. Bense o güzel ve güneşli cuma sabahı beş vesikalık fotoğrafım, nüfus cüzdanım, sağlık raporum ve müstakbel zevcemle birlikte bizden önce yirmi iki çiftin geçtiği koridordan ve kapılardan geçip vereceğimiz partiye nikah memurunu da çağırdık velakin kendisinin işi olduğundan ancak benim doğumgünümde kendi mekanında görüşebileceğimizi söyledi. Hayatımla ilgili bir dönüm noktasının tarihini belirlemiş ve randevu kağıdını çantama atarak ikinci hedef olan işyerine doğru yol almaktaydım.

Önce insan kaynakları müdiresini sonra da genel müdürü sıkıştırıp "ilişkimiz nereye gidiyor?" konuşması yaptım. Her ikisi de sorunun patronda olduğunda hemfikirdi.

Şimdi hayalim haziran ayının bir gününde Ermenistan-İran sınırını işsiz ama evli biri olarak geçebilmek.

17.02.2013

şeyler

"Önce para kazanmayı seçen, gerçek tasarılarını zengin olacakları zamana, daha ileriye saklayan insanlar pek haksız sayılmaz. Yaşamaktan başka bir şey istemeyenler ve en büyük özgürlüğe yaşam adını verenler, salt mutluluk peşinde, arzularını ya da güdülerini doyurma, yeryüzünün sınırsız zenginliklerinden hemen yararlanma peşinde koşanlar, bu gibiler, her zaman mutsuz olacaktır. Kendileri için bu tür ikilem olmayan, ya da bununla pek az karşılaşan bireylerin bulunduğunu kabul ediyorlardı, bu gibiler ya çok yoksuldular ve biraz daha iyi yemekten, biraz daha iyi barınaktan, biraz daha az çalışmaktan başka istekleri yoktu; ya da baştan böyle bir ayrımın önemini hatta anlamını kavrayamayacak kadar zengindiler. Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne de çok yoksul durumda: zenginlik düşleri görebiliyorlar ve zenginleşebilirler: işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor. 

Öğrenim görmüş, ardından vatani hizmetini şereflice yerine getirmiş farazi bir genç adam yirmi beş yaşlarında kendini, anasının karnından çıktığı günkü kadar çıplak bulur ama yine de bilgisiyle, teorik olarak, umabileceğinden daha fazla paraya sahiptir. Yani bir gün gelip kendi dairesine, yazlık evine otomobiline, müzik setine sahip olacağını kesinlikle bilir. Yine de bu baş döndürücü vaatlerin insanı çıldırtasıya beklettiğini düşünür: bunlar, iyi düşünülecek olursa, kendi yapıları gereği evliliği, doğacak çocukları, manevi değerlerin, toplumsal davranışların ve insani tutumların gelişimini de içine alan bir sürece dahildir. Kısacası genç adam durmak oturmak zorundadır, bu da onun on beş yılını alır.

Bu tür bir gelecek pek iç açıcı değildir. Sövüp saymadan, kimse buna angaje olmaz. "Ne yani –diyecekler çiçeği burnundaki genç adam– şiirleri, gece trenlerine, sıcacık kumlar düşleyen ben, çiçekli kırlarda gezeceğim yerde, günlerimi bu camlı bürolar ardında mı geçireceğim, terfi etme umutlar mi besleyeceğim, hesaplar mı yapacağım, entrikalar mı çevireceğim, isteklerime gem mi vuracağım?" Ve kendini avuttuğunu sanarak, taksitli satışların tuzağına düşer. Düştü mü de tam düşer: sabretmekten başka çıkar yolu kalmayacaktır artık. Ne yazık ki çektiklerinin sonuna geldiğinde, genç adam artık eskisi kadar genç değildir; üstelik de önceki mutsuzluğuna ek olarak, sanki yaşama geçip gitmiş, bu yaşam bir hedef değil salt çabalamaymış gibi görünebilir; bu düşünceleri kafasından uzaklaştıracak kadar aklı başında ve tedbirli olsa bile –çünkü yavaş yavaş yükseliş ona büyük deneyim kazandıracaktır– kırk yaşına geleceği ve işine ayırmadığı birkaç saatçiğinin de yazlık ve kışlık evlerinin dayanıp döşenmesiyle, çocuklarının eğitimiyle geçeceği bir gerçektir."


 Benim mutsuzluğum da galiba bu zenginlik düşleri noktasında başlıyor. "Zengin değilim, olabilirim..." tekerlemesi zararsız bir oyundan daha tehlikeli bir hal galiba. Yo asla hırslarım, egolarım ve girişimcilik ruhum olduğu sanılmasın-tam tersine hırssız, egosuz bir memur ruhluyum. Şansıma iyi bir ailede dünyaya gelip iyi bir okulda okudum. Şimdi de iyi bir işim var, yine şansımın da yardımıyla yöneticilik yapar bir hale bile geldim. Bu sayede her gün üstümde, paralelimde, yanımda, altımda kim varsa küfrediyorum ve her geçen gün hepsinden daha fazla nefret ediyorum. Ama ne yaparsın, ekmek parası diyerek her sabah kalkıp duş alıyor, traş oluyor ve evden çıkıyorum. Sayısaldan bir şey çıkmadığı sürece de ömür boyu sürecek bir döngü bu.

Bir süre sonra yolun yarısına varacağım Cahit Sıtkı takvimine göre. Fakat Peder Bey takvimi geçerliyse o noktadan geçeli birkaç sene oluyor. Emekliliğimeyse topu topu 26 sene var. Kısacası işim Milli Piyango İdaresi'ne kaldı, malum beklediğim bir miras da yok. Dolayısıyla ölene kadar zenginleşebilme umuduyla cam ofiste çalışıp, hep bir şeylerin iyi olacağına dair umutlar besleyip, hayaller kurup çabalayıp duracağım.

En azından teselli edebilecek şeyler var hayatımda. Mesela zaten az eşyaya sahip olmak gerektiğini düşünürken son beş ayda başa gelen iki hırsızlık olayı sonrası fikrim pekişti, giden de rahmetliden kalma saatlere falan oldu. Eh yine o sağolsun bir de tapu var üzerime. Çocuk falan da istemiyorum. Bu da demektir ki kırk yaşıma geldiğimde kendime daha çok zaman ayırabilirim. Mesela kütüphanede yığılmış okunmayı bekleyen kitapları bitirebilirim belki ya da Montevideo'yu görebilirim. Hatta bakarsın iş başvurularıma cevap alamazsam istifayı basıp bankadaki üç beş kuruşu oralarda da harcayabilirim. Ya da belli mi olur yarın güneşin doğmuş olduğunu göremem...

26.01.2013

çizgi açığı





Hayat tüm sürprizleriyle devam ediyor. Gelişen bazı olaylar beni her cumartesi sabahı Beşiktaş'tan Arnavutköy'e yürütüyor, bence bir zararı da olmuyor. Bu vesileyle bol bol düşünecek vaktim de oluyor. Düşünceler de belki başka bir yazının konusu olur. Neyse, kelamım şudur: her şeyimin çalınıp çırpıldığı bir dönemde galiba "mallar" en iyi internet üzerinden elde tutulabiliyor. Nitekim 26 Ocak tarihli Taraf Kitap'a da bir yazı yazdım burada dursun da kaybolmasın:




Tanıl Bora’yı özellikle Birikim Dergisi ve İletişim Yayınları’ndaki siyasal düşünce ve milliyetçilik konusundaki yazılarından/kitaplarından tanısak da, hem İletişim’den 1993 yılında çıkan “Futbol ve Kültürü” derlemesiyle hem de çeşitli mecralarda yazdığı futbol yazılarıyla Türkiye’deki entelektüel camianın “ayaktopu”yla arasındaki soğukluğun sona ermesine öncülük eden isimlerden birisidir. O günden bugüne birçok yayınevinden futbol kitapları çıktı, çıkmaya da devam ediyor. En tazesi de yine Tanıl Bora’nın yazılarından oluşan ve İletişim Yayınları’ndan çıkan Çizgi Açığı.

Bir şekilde ucundan da olsa bulaştığım için gurur duyduğum Açık Radyo’daki Libero programına konuk olan Yiğiter Uluğ, Tanıl Bora’nın Radikal Futbol ekibine transferini anlatırken, Bora’nın vaktinin az olduğunu söyleyerek teklifi önce reddettiğini fakat sonra “her Türk erkeği çocukluğundan itibaren futbol yazmak ister” diyerek kabul ettiğini anlatmıştı. Zaten o kabul edişten bu yana her hafta yazıyor. Önce haftanın değerlendirmesi üzerine yazılar yazıp, maçsız geçen haftalarda da futbolun “neticesi”ne değil de “haticesi”ne bakarak ters köşeye yatıran yazılarıyla izleyici sayısını artırdı. En sonunda da, Türk futbolunda yaşanan şike soruşturması sürecinde yaşananların akabinde, “size hayırlı işler” diyerek neticeyi tamamen çıkardı yazılarından; şüphesiz ki güzel de oldu-şerden de hayır çıkabileceğini unutmamak lazım. Bizim payımıza da her hafta oyunun güzelliğine dair yazılar okuma şansına erişmek düştü. En sonunda, yaklaşık beş seneye yayılan bir süre içerisinde Radikal gazetesinde yayınlanmış olan, futbolun sadece futbol olduğu iddiasındaki yazıların bir derlemesi olarak karşımıza çıkıyor bu kitap; 2006’da yayınlanan Karhanede Romantizm’in bir devamı.

Tanıl Bora’nın yazıları günümüz futbolunun moda deyimiyle “tiki-taka” gibi. Yani basit ama estetik, öz ama ne derdi varsa söyleyen. Elbette okuması keyif veren. Bununla birlikte bir an bile dikkati elden bırakmamak lazım keza hiç beklenmedik bir anda hiç beklenmedik bir noktaya açılabiliyor top. Siz radyodaki maç yayınına odaklanmışken bir Orhan Pamuk romanına veya kulüp logolarını hayal ederken Feridun Hürel’e doğru meylediyor. Zaten bu konular hakkında yazan kaç kişi var ki artık sahada? 

Bu kitapta bir de duvar pası yapacağı takım arkadaşı almış yanına Tanıl Bora: ona çizgileriyle eşlik eden çizer-yazar Turgut Yüksel. Zaten ikili Radikal’in spor sayfalarında da komşuluk ediyorlar birbirlerine. İlk sayfalarda yoğun bir şekilde karşımıza çıkan Yüksel’in çizimleri kitap boyunca da bize eşlik ediyor. Nitekim kitabın adı da bu çizimlere selam veriyor. Bununla birlikte kitap, bir bütün olarak, asla çizgiye yapışıp kalmış değil; sahada -ve saha dışında- futbola dair ne varsa konu olabilmiş yazılara. Bir yandan da geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Türk futbolunun nevi şahsına münhasır isimlerinden Metin Kurt’a da saygısını sunuyor; başka türlüsü de beklenemezdi zaten Tanıl Bora’dan.

Velhasıl kelam çizgilerle kol kola girmiş futbolun her haline dair yazılar karması Çizgi Açığı. Dönüp dönüp güzel bir yazı –evet sadece futbol yazısı değil, yazı- okumak isteyenler için arşivlik; tıpkı akla geldikçe izlenen veya anlatılan maçlar, goller, çalımlar veya kurtarışlar gibi. Ve de kişisel bir teşekkür Tanıl Bora’ya, bataklığa dönüşmüş Türk futbol ortamında bir nebze de olsa hava kabarcığı sağladığı için. Laf aramızda İletişim Yayınları’nın futbol serisinin de yirmi dokuzuncu kitabına ulaşmışız. Darısı diğer kitaplara...

8.01.2013

2013'e başlarken

Sabah hala karanlıkta uyanıp evden çıkıyor ve eve karanlıkta dönüyorsam 2013'ün bana faydası ne? Bugün ayın 8'i ama sanki seksen sekiz gün geçmiş gibi. Dışarıda kar fırtınaya döndü, ben gireceğim aptalca toplantının gerginliğini yaşıyorum. Bir de yetmezmiş gibi Gazze'nin Dipnotları'nı okuyorum, her sayfada içimi dağlıyor.

Bu dünya adil bir yer değilse ben neden oyunu adil oynamak zorunda hissediyorum ki kendimi?