31.12.2012

2012'yi bitirirken

Yuvadan kopacak kadar büyümemişken yılbaşlarını çekirdek aile bir arada kutlardık. Kutlama da yemek+muhabbet+müzikten oluşurdu. Ben de arada televizyonda senenin değerlendirmesini yapan programları izlerdim. Sonuçta büyüdük, çekirdek aileden eksikler verdik, herkesin ayrı kutladığı yılbaşılar oldu ve ben sene değerlendirmelerini izlemeyi bıraktım.

Bugün yine bir çekirdek aile buluşması oluyor. Geri dönüp bakıldığında güzel bir şekilde hatırlanacak anılar bunlar. 2012 beter bir yıl oldu. Kriz gelip biizm evi de vurdu, insanoğlunun ne kadar berbat bir yaratık olduğu bizzat yaşanarak hatırlanıldı. Bir cenaze bir de şahitlik yapılan nikah oldu yoklamada evet denilen.

Siz nasıl yaşadınız bilemem ama 2012'den daha kötü seneler de yaşadım ama daha iyileri de elbette oldu. 2013 2012'den iyi olsun yeter.

29.12.2012

lao: bitirirken


Bazen dış dünyadan uzak kalmanın, izole olmanın iyi bi şey olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Lao'nun kendini soyutlamış halini ve insanlardaki sakinliği, fakirliğe rağmen mutlu oluşlarını gördükten sonra fikrim pekişti. Sadece Budizmle açıklanamayacak bir ruh hali içeriisndeydiler. Ayrıca doğanın da bakir kalmasını sağlamış. Tamam tüm bunları sadece sosyalizme de bağlamayacağım. Belki de benimki burnu havada bir batılı yaklaşımı.

Hep söyledim: ölmeden görmek istediğim iki ülkeden birisiydi Lao ve ben gördüm. Hatta çok beğendim. Çocuklarına hayran oldum. Herkese de gitmesini şiddetle öneririm. Burma'nın günümüzdeki hali benim iki sene önce gördüğüm halinden farklı diye okuyor/duyuyorum. Benzer durum Lao için de geçerli. Hızlı bir büyüme halindeki Çin'e kereste ve elektrik lazım ve Lao bakir ormanları ve engin Mekong'uyla bunları sağlıyor. Velhasıl  kelam "bin fil ülkesi için" değişim kapıda. Umarım Lao halkı için en hayırlısı olur, çıkarların dibine kibrit suyu!

26.12.2012

bitmeyen sene

Parkın içinden geçerken lambaların aydınlattığı yolun bomboş olduğunu fark ediyoruz; keza etrafta da kimsecikler yok. Bir cumartesi günü 17.30 itibariyle imkansız görünen bir şey bu ama olmuş, o zaman tadını çıkarmak lazım. Tek duyduğumuz kayıkların halatlarından gelen gıcırdamalar. O günün güzel geçtiğini, yarını da güzel geçirmek gerektiğini düşünürken sonrasının gene pazartesi olduğu, uyandığımda havanın leş gibi karanlık olacağı, ben ayılmaya çalışırken mahallenin üç imamından birinin bet sesiyle güne 2-0 yenik başlamama sebep olacağını hatırlıyorum.

"Bugün de ne çabuk karardı be hava, tıpkı perşembe günkü gibi. Sene de bitemedi zaten...". Okkalı bir küfür sallıyorum havada asılı kalsın diye ama o da gidip çimlere oturuyor. Bir şey de tam olsa şaşarım zaten.

15.12.2012

lao: içelim



Lao'nun dünya yemek kültürüne hediye ettiği iki adet ürün var: ilki benim de merakımı cezbeden milli bira Beerlao, ikincisi ise dünyanın en ucuz alkollü içkisi olan milli içki lao lao. İlkinden başlayacak olursak bu lager bende hayalkırıklığı yaşattı ve Tayland'a dönüp Singha içeceğim günlerin hayalini kurdum. İkincisi ise daha çetrefilli bir konu. Biranın şişesi yaklaşık 1 dolar olunca Lao halkı daha ucuz bir seçenek olan ev yapımı pirinç viskisi lao laoyu tercih ediyor-ki 1 litrelik bir şişenin de ederi 1 dolar ve dolayısıyla dünya üzerinde bulup bulabileceğiniz en ucuz alkol ödülü otomatikman Laolu kardeşlerimize gidiyor. Eğer sokaklarda ve pazarlarda satılan etiketsiz lao laoları güvenilir bulmazsanız yukarıda görebileceğiniz milli çiçek champa etiketli şişe 1,25 dolarlık fiyatıyla hem akşamları odanızda iyi bir yarenlik hem de eve götürülecek güzel bir anı olma özelliğini taşıyor. Yüksek alkollü ve hafif ekşi lao laoyla envai çeşit kokteyl de bulunabilir barlarda. Yine fotoğrafta görüldüğü üzere lao lao şişelerine envai çeşit hayvan cinsel gücü artırması amacıyla dolduruluyor. Denemek isteyene sözümüz yok.

Bununla birlikte tadı berbat olan Namkhong bir başka yerel bira. Ayrıca Fransızların bölgeye getirdiği kahve aromasıyla beğenimizi kazandı. Ah bir de yanına ekleyecek süt bulabilseydik...

11.12.2012

lao: yiyelim








Lao yemekleri şüphesiz ki ülkenin fakirliğini de yansıtıyor. Sepette sofraya gelen yapışkan pirinç-sticky rice- ülkenin ana besin kaynağı. Bununla birlikte noodle çorbaları, muz yaprağında pişen yemekleri, bambu çorbaları, acılı papaya salataları, Mekong balıkları, ateşte pişen etleriyle Güneydoğu Asya mutfağının karakteristiğini yansıtıyor elbette. Fransız döneminden kalan baget ekmekleri ve cafeleri de Batı tarzı yemek arayanların her zaman için imdadına yetişiyor. Hindistan cevizi sütünden yapılmış tatlıları ve de egzotik meyveleri de şeker ihtiyacı için birebir.

Luang Prabang'a yolunuz düşerse mutlaka Tamarind'de yemek yiyin. Onun dışında sokak yemekleri ve de mütevazi lokantalar her zaman size harika yemekler sunacak, hiç kuşkunuz olmasın.

9.12.2012

5

Beş sene önce de böyle kapalı ve sıkıcı bir pazar günüydü. İlk aklıma gelen bu oluyor artık. Gerisi yavaş yavaş silikleşen anılar. Unutmamak için belirli aralıklarla hatırlamak lazım aslında-yılda bir değil. Yoksa o gün yağan yağmur, bir gün önce oynanan maç, okuduğum kitap, şırıngadaki süt beyazı sıvı, cihazların periyodik sesi, başucunda durduğum yatak, eve döndüğümüzde bizi kapıda karşılayan koca kurbağa yok olup gidecek. Halbuki ben ölene kadar yaşaması gerekiyor benimle, yoksa eksik biri olurmuşum gibi geliyor.

Bir yandan da beş yıl içerisinde çok değiştiğimin farkındayım. Olayları karşılama şekli, tepkiler, sorumluluk almalar değişiyor. Buna büyümek deniliyor, olgunlaşmak, yaşlanmak, ölüme bir adım daha yaklaşmak. Ne de olsa her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlıyor...

1.12.2012

bangkok'a dönüş

Chiang Mai'dan Bangkok'a dönüş seçeneği bol: biz otobüsü tercih ettik ve gayet de iyi yapmışız. Gayet rahat koltukları olan otobüsün konforu da boldu. Düşünün ki kocaman bir plazma ekran vardı. Muavinimiz de gayet sevimli bir kardeşimizdi. Bu sayede fosur fosur uyuyarak Bangkok'a döndük sabahın köründe. Bangkok trafiği ise çoktan başlamıştı...

28.11.2012

chiang mai

Geçenlerde okuduğum bir yazıda 90ların başında manitasıyla Güneydoğu Asya'yı turlayan bir abi bu sene aynı bölgeyi zamanının manitası şimdinin eşi ve kızıyla gezdiğini, birçok şeyin nasıl değiştiğini anlatıyordu. Değişmeyen tek şey ise Chiang Mai'daki trafik, egzoz kokusu ve var olmayan kaldırımlara park eden arabalar diyordu; hakikaten de büyük umutlarla gittiğim şehirde gördüğüm bu oldu.

Chiang Mai dediğin yer ortada surlarla çevrili bir kare ve etrafında çirkin binalar. Esas buraya gelme sebebi trekking gibi doğa aktivitesi insanların ama o işler de bizim kalemimiz olmayınca elde kaldı hüsran. Yine de şehre yaklaşık 20 km uzaklıktaki kutsal tapınak Doi Suthet'e çıktık. Tabi önce oraya giden minibüsleri bulmak (kuzey kapısının yanından kalkıyor) ve dolması için beklemek zorunda kaldık. Zaten Chiang Mai'da ulaşım songthaew denilen arkasında 8 kişinin oturduğu kırmızı pikaplarla gerçekleşiyor. Siz elinizi kaldırıp bir tanesini durduruyor ve sonra gitmek istediğiniz yeri söylüyorsunuz, şöför abinin söylediği fiyat size uygunsa (şehir merkezi için 20 Baht) arkaya atlayıp ineceğiniz yerde de tepenizdeki düğmeye basıyorsunuz. Sonra da parayı verip yolunuza devam ediyorsunuz. Neyse; Doi Suthet bol ışıltılı bir Budist tapınağı. Tayland'ın en yüksek dağının yamacında olduğundan da altınızda yemyeşil ova uzanıyor. Bu noktaya kadar gelmişken hemen aşağı inmeyip bir songthaewe atlayıp botanik parkına çıkmanızı öneririm. Kraliyetin kışlık sarayının bahçesi gerçekten harika. Oradan çıkıp aşağı doğru yürürken sağolsun mühendis "geek" bir arkadaşımız bizi şehre kadar attı.

Chiang Mai esas pazarlarıyla ünlü. Her akşam kurulanı benim için o kadar ilgi çekici olmasa da yemeğinden takısına, giysisinden müzik aletlerine envai çeşit şey satılan "cumartesi" ve "pazar" pazarları görülmeyi hakediyor. Özellikle pazar günleri surların içine kurulanından özellikle bahsetmem lazım çünkü yol kenarlarında yer alan büyük tapınak ve manastırların bahçeleri de esnafa açılıyor ve siz gayet ucuza aldığınız yemekleri bir Budist tapınağının bahçesindeki kocaman ağaçların altında yiyebiliyorsunuz. Bu esnada içeride devam eden ayinde okunan dualar da fon müziğini oluşturuyor. Ve evet doğru bildiniz: kimse kimseye karışmıyor.

Chiang Mai, Kuzey Tayland'da yer alan etnik grupların birleşim noktası olduğundan yemek konusunda da oldukça fazla çeşit sunuyor; zaten şehrin yemek kursları da meşhur. Bu arada ülkeden kaçan birçok Burmalı'ya da evsahipliği yaptığından Burma yemeği de deneme şansınız var. Şehrin gece hayatı da özellikle ekspatlar sayesinde gelişmiş.

Son bir not da kaldığımız yer için olsun: gayet ucuza oldukça güzel ve merkeze yakın bir yerde kaldık, ayrıca mekanın sahibesi de oldukça ilgiliydi konuklarıyla. Buyrun bu da linki, yarın öbür gün yolunuz düşer belki: http://www.topgarden-chiangmai.com/     



19.11.2012

luang prabang'dan chiang mai'e geçiş

Ne havaalanının dışında yer alan bekleme bölümü ne 1970lerin modası ahşap kaplamalarla bezeli dekorasyonu ne küçüklüğü ne de köhneliği tuvaletlere koku versin diye ıslak torbalara doldurulmuş çiçekler kadar etkilemedi beni Luang Prabang Havaalanı'nda. Bu fakir ve mütevazi ülkenin bir özetiydi aslında. Yeşil dağlara bakarak uçağımızın alana inmesini bekledik. Hemen önümüze park etti pervaneli motorlu champa desenli kuyruğuyla. Bir grup turist olarak yerlerimiz aldık ve geldiğim için çok mutlu olduğum bu ülkeyi kısa süre içinde terk edip Chiang Mai Havaalanı'na indik. Komşularından her dönüşümde olduğu gibi Tayların suratsız olduğuna bir kez daha kanaat getirdim.

Luang Prabang'dan Chiang Mai'a 2 gün süren tekne veya 20 saat süren otobüs yolculuklarıyla ulaşmak da mümkün fakat önceki minibüs deneyimimiz bizi ekabirlik etmeye yönlendirdi. Bu arada Lao Airlines'tan bileti iki ay önce de alsanız aynı fiyat iki gün önce de.

11.11.2012

luang prabang-devam





Luang Prabang sadece şehir merkezi olarak değil çevresindeki yerlerle de görülmeyi hak ediyor. Bunlardan birincisi kuzeyde Mekong'un kıyısında yer alan Pak Ou Mağaraları. Bir tanesi nehir seviyesinde diğeri dik bir tırmanışı hak edecek kadar yukarıda iki mağaranın içerisinde boy boy Buda heykelleri var. Karayoluyla 1 nehir yoluyla 2 saatte ulaşılabiliyor. Acentalar aracılığıyla ulaşımı sağlayabileceğiniz gibi iskelede bekleyen teknelerle yolculuk etmek de mümkün. Dağlar, yemyeşil kıyılar ve renk renk kelebekler manzaranızı oluşturacak.

Şehrin güneyinde ise Kuang Si Şelaleleri yer alıyor. Yaklaşık yarım saat süren bir yolculukla iki havuzunda yüzülebilen harika bir şelaleye ulaşıyorsunuz. Oralara kadar gitmişken ve hava da o kadar sıcakken buz gibi suya girilmez mi? Kuang Si'nin hemen yanında nesilleri tehlikede olan Asya Siyah Ayıları için yapılmış barınak var.

Bir de uyarıda bulunayım: acentalar sizi fil turuna da götürmek isteyebilir. Ayağı zincirle bağlanmış  ve her hallerinden depresyonda oldukları belli olan filleri görmekten rahatsız oluyorsanız mutlaka tur hakkında önceden detaylı bilgi alın. Ben bir hata ettim siz etmeyin.


1.11.2012

luang prabang

"Seyahat etmeyi seçtiğimiz yere ulaştığımızda ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bir merkezi nokta bulup onun etrafında dolaşmak istiyor, ama bunu başaramıyoruz. Yerin ruhunu hissedebilmek için belli bir yere, aslında herhangi bir yere yönelmemizi sağlayacak önem taşıyan noktaları belirten, olası bir kurallar listesinin eksikliğini duyuyoruz. Bizi asıl noktaya yönlendirebilecek bir liste olmadığını fark ettiğimizde de otelimize dönüp yatağa uzanmak için duyduğumuz isteğin yoğunluğu karşısında kendimizden utanarak bir müzede kayıtsız bir yüz ifadesiyle dolanıyoruz."

Luang Prabang uzun zamandır gelmek istediğim bir yerdi ve ulaştıktan sonra hiç de acele etmeden dolaştım sokaklarında. Her şehrin simge bir yapısı vardır ya, Luang Prabang'da o yok işte. Hani ne bileyim herkes Paris'te Eiffel kulesinin mutlaka bir fotoğrafını çeker ya orada olduğunu belli etmek için, Luang Prabang'a ayak bastığını belli etmenin bir yolu yok bence bu bakımdan. Düşünün şehrin en görülesi "şeyleri" gece pazarı ve Budist rahiplerin sabah seramonisi. Bunun sebebi de ülkenin ezelden beri yoksul olması. Düşünün zamanında kraliçenin kullandığı yatak odası neredeyse bizim otel odasıyla aynı boyuttaydı. Şehir UNESCO Dünya Mirası olarak tescillendiğinden şirin ve temiz. Ayrıca hayat o kadar yavaş akıyor ki insanın buradan ayrıldıktan sonraki yerdeki hayatın hızına alışması zor oluyor. Zaten şehirle ilgili en büyük uyarı planlanandan fazla kalınacağı yönünde.

Mekong ve Nam Khan nehirlerinin birleştiği noktada kurulu Luang Prabang önce Lao krallık başkenti olduğundan tapınaklarla donanmış, sonra da Fransız döneminde kolonyal binalar eklenmiş. O binalar da şimdi ülkenin en turistik şehrine gelen yabancıların hizmetine sunulmuş. Biz de Mekong'a yakın, sakin bir sokakta bulunan büyük balkonlu, cibindikli ve de tavanında pervaneler olan 30lardan kalma bir binaya kapağı atıyoruz. Şehirde bir tane dışında müze olmadığı ve öğlen sıcağına dışarıda kalmak da yorucu olduğundan hiç de kendimizden utanmadan otele dönüp yatağımıza uzanıyoruz.

Rüyamda davulların çaldığını duyuyorum ve uyanıyorum. Hava zifiri karanlık ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor; tıpkı dün sabahki gibi. Evet davullar gerçekten de çalıyor ve şehrin dört bir yanına yayılmış manastırlardan rahiplerin günlük yiyeceklerini halktan toplamak için Luang Prabang sokaklarına dağılacaklarını haber veriyor. Ama o yağmurda dışarıya çıkmaya cesaret edemeyip balkondan Phou Si'nin zirvesindeki ışıklarla aydınlatılan tapınağa bakıp tekrar uyuyoruz. Yağmursuz bir sabaha kalkınca gerçekten etkileyici ama biraz da üzücü bir sahneyle karşılaşıyoruz. İnsanlar önlerinde yiyecekler diz çökmüşler ve rahipleri bekliyorlar. Çevrelerinde de fotoğraf makinalarını hazırlamış turistler... Birazdan uzaktan tek sıra yürüyen bir rahip kafilesi görünüyor; en yaşlısından en gencine sıralanıyorlar. Kendilerine sunulan yiyecekleri (pirinç ve meyve) kabul edip boyunlarına asılı kaplara koyuyorlar. Bir kafile bitiyor bir başkası başka bir yönden geliyor ve turistlerin çıkardıklarını saymazsanız tam bir sessizlik hakim. İşin üzücü kısmı ise aslında rahiplerin bu yiyeceklere ihtiyaç duymaması. Fakat bu törenler turistleri çektiği için hükümet onları zorluyor seramonilerin devamına. Onlar da yiyecekleri ihtiyacı olanlara veriyorlar, nitekim yiyecekleri sunanların biraz ötesinde ellerinde torbalarıyla bekleyen çocuklar gayet iç burkucu bir görüntü oluşturuyor.    

Şehir merkezi dediğim gibi küçük ve derli toplu. Yavaş bir yürüyüş veya bisikletle dura kalka rahatlıkla geziliyor. Fransız koloni döneminden kalan kahve ve baget kültürü epey yerleşmiş. Bana daha sert gelen Lao kahvesini ve köşe başından yaptırabileceğiniz baget sandviçe ekmeği şiddetle öneririm. Sonuçta elinizde gayet ucuz bir kahvaltı oluyor. Şehirde hem Lao hem de batı yemekleri yapan bir çok yer var ama en şiddetle önereceğim Tamarind. Bir Amerikalı hatunun işlettiği mekan yemek kursları da veriyor. Fiyatlar azıcık pahalı olsa da değer; ayrıca rezervasyon şart! Ama benzer yemekleri daha ucuza yemek istiyorsanız Tamarind'i solunuza alıp devam edin, nehir kenarında bir lokanta var aile işletmesi, gayet leziz.

Lao ipeği pek meşhur ve bu konuya yönelen birçok dükkan bulabiliyorsunuz. Ben size Ock Tok Pop'u önereyim. Şehrin biraz dışında bir de yerleri var, ağaçlar içinde restoranı da olan. Tabi esas hediyelik eşya cenneti her gece kurulan "gece pazarı". Tentelerin altına yerlere kurulan tezgahlarda gayet sakin sakin oturan satıcılarla hesap makinesi aracılığıyla pazarlık yapıp envai çeşit incik boncuk ve de kumaşları makul fiyatlara alabiliyorsunuz.

Görülmesi gereken yerlere gelince: dediğim gibi tapınak bol. En seyre değeri de Vat Xieng Tuong. Phou Si şehre hakim bir tepe ve özellikle güneşin batışı esnasında manzarası güzel ziyaretçisi bol oluyor. Onun hemen karşısında eskiden kraliyet sarayı olan şimdinin müzesi var. Daha önce de dediğim gibi bizim yalıların yanında pek bir mütevazi kalıyor. Müzenin bahçesinde de 1950lerde ABD tarafından kraliyet ailesine hediye edilen arabalar sergileniyor.

Muradıma erip Luang Prabang'ı gördüm. Aylak aylak dolaştım. Şimdi de hakkında uzunca yazdım. Ama elbette bitmedi keza şehrin çevresinde de görecek yerler var. O da bir sonraki yazının konusu olsun.

21.10.2012

vientiane luang prabang yolu

Dağın gerçek anlamıyla başında, sadece polis karakolu bulunan ve ara sıra geçen araçların da kendi derdinde olduğu, çocuk yaştaki polisler ve bir takım iyi İngilizce konuşan görevlilerle çevrildiğimiz bu noktasında kendi Banged Up Abroad hikayeme kavuşmaya yakın olduğumu düşünmeye başlamıştım ki bizimle aynı kaderi paylaşan diğer minibüstekileri gelen araca bindirip gönderdiler. Biz de yaklaşık yarım saat bekledikten sonra Vang Vieng'den gelen sempatik sürücülü minibüse bindirilip Luang Prabang'a doğru gönderildik. Peki ne oldu da böylesine gereksiz bir heyecanı yaşamak zorunda kalmıştık?

Lao ile ilgili bilinmesi gereken bilgilerin başında yolların berbat olduğu geliyor. Başkent Vientiane ile en turistik kent Luang Prabang arası 400 km ve otobüsle 12 saat sürüyor, o da şanslıysanız. Daha önce Burma'da uzun yol otobüs yolculukları yaptığım için, okuduklarımın da yönlendirmesiyle dört kişilik ekibimizle minibüs kiralayıp yolculuk etmemizin daha rahat olacağını düşündüm. İki şehir arasında uçmak da bir tercih ama yolun manzarası da pek bir övülüyordu.

Yolculuğun ilk etabı gayet hızlıydı. Virajlara hızla girip son saniyede direksiyon kıran şöförümüz hepimizin midesini ağzına getidi. Batılı gençlerin parti kasabası Vang Vieng'de anlamadığımız bir şekilde başka bir minibüse transfer edildik. Yol boyunca gerçekten nefis kesici bir manzara var. Yeşilin her tonu iki yanınızda. Dağlarda bulutlar. Kötü asfalt hız yapmaya ne kadar izin veriyorsa o hızla gidiyorduk ki dediğim gibi bir polis karakolundan başka bir şey olmayan noktada durdurulduk. Meğer bu güzergahta seyahat eden minibüsler için bir kooperatif varmış ve bizim elemanlar da kaçak kesim yapıyorlarmış. Nitekim araca el konuldu ve biz de başka bir minibüse aktarıldık.

Dura kalka, yavaşlaya hızlanana brugmansia kokulu yoksul köylerden geçerek Luang Prabang'a vardığımızda haşatımız çıkmıştı.

18.10.2012

domino etkisi

Eisenhower'in Kore, Kennedy'nin Vietnam savaşlarındaki en büyük argümanlarından birisi, bahsi geçen ülkelerin komünizme teslim olmasıyla beraber, tüm bölgenin domino taşlarının birbiri üzerine düşmesi gibi elden çıkacağıydı. Neticede Kore yarımadası ikiye bölündü, Vietnam kızıl oldu...

Tunus'ta Muhammed Bouazizi'nin kendini yakmasıyla başlayan "Arap Baharı" iki ay sonra Libya'ya iç savaş olarak yansıdı. NATO desteğini de alan Ulusal Geçiş Konseyi'ne karşı savaşan Albay Kaddafi'nin destek aldığı güçlerden birisi de Mali'den gelen Tuareglerdi. Kaddafi yenildi, Tuaregler de kazanılmış savaş tecrübesi ve yeni silahlarla geri döndüler.

Peki kimdir bu Tuaregler? Beş ülkeye yayılmış 1 milyonun üzerinde mevcudu olan Sahra Çölü'nde yayılmış göçebe bir kabileden bahsediyoruz. Çölde yaşayınca kıt kaynaklara ulaşmak için yerleşik hükümetlerle çatışmaya girmeleri de doğal. Nitekim hem Mali'nin kuzeyinde (Tuaregler'in deyişiyle Azawad) hem de Nijer'de 1960larda ve 1990larda ayaklanmalar gerçekleştirildi. Dolayısıyla Libya'dan dönen Tuaregler merkezi Mali hükümeti için büyük bir tehlike arz ediyordu; beklenen de bu yılın bahar aylarında gerçekleşti: Mali ordusu hızla püskürtüldü ve meşhur Timbuktu dahil büyük şehirlere MNLA (Azawad Ulusal Özgürlük Hareketi) çatısı altında birleşen Tuaregler ve de İslami grup Ensar Dine hakim oldu. Ayaklanmaya seyirci kaldığını düşündükleri hükümeti deviren Mali ordusu MNLA'nın ekmeğine yağ sürdü hemen arkasından ve bağımsızlık ilanı gecikmedi.

İslamı Selefi çizgide benimseyen Ansar Dine için Timbuktu'nun meşhur Sufi cami ve türbeleri şüphesiz ki dine küfrün simgeleriydi; yıkılması da kaçınılmazdı. Azawad'da şeriat uygulamalarının başlaması MNLA ile Ansar Dine ilişkilerini bozdu. Başlayan çatışmalar Tuareglerin yenilgiye uğramasıyla son bulmuş durumda. Gao ve Timbuktu gibi Kuzey Mali'nin en büyük iki kentinde şu an Ansar Dine'nin egemenliği mevcut. Bu da doğal olarak Batılı güçleri rahatsız ediyor. Bölgenin eski sömürgecisi Fransa müdahale için araştırmalara başlamış durumda.

Velhasıl kelam bu Mali'de son bir yıldır yaşananların özetini okuyup Suriye'ye tekrar bakmak lazım. Malum domino taşı bu, düşerken yanımdakini yıkmamayım demiyor.

14.10.2012

vientiane

Evet Vientiane küçük bir şehir: Mekong kıyısındaki geniş bölge, ona paralel iki cadde ve onları kesen 4-5 sokak tüm turistik yerleri kapsıyor. Küöük bir meydanda tek başına duran That Dam bu bölgeye çok yakın. Ulusal sembol olan ve altın sarısı rengiyle parıldayan Pha That Luang ve fotoğrafta da görülebilen ABD tarafından havaalanı yapılması için hibe edilen çimentoyla yapılan Lao usulü Zafer Takkı Patuxai tuktukla gidilmesini gerektirebilecek uzaklıkta. Özellikle sonuncusunun tepesinden etrafı izlemek şiddetle tarafımdan önerilir. Ulusal sembol "champa" ağaçlarının çevrelediği Ulusal Müze'ye ben gidemedim siz benim yerime de gidin. Yine şehrin dışında büyük Buda heykellerinin olduğu Buda Park var, o da ıskalandı.

Bahsettiğim turistik bölgede güzel Lao yemekleri yemek, Fransız etkisiyle ekimi yapılan kahveleri içmek ve dünyaca meşhur Lao ipeklerinden satın almak için birçok seçenek var. Fakat gece 11 diyince her yer kapanıyor ve odaya çekilmekten başka bir seçenek de kalmıyor. Bize de iki gece kaldıktan sonra esas hedef Luang Prabang'a gitmek düşüyor.

Bu arada Vientiane'ın en büyük sürprizi İstanbul Restaurant. Yurtdışında gittiğim ülkenin yemeğini yemeye özenle dikkat eden benim için Türk yemeği hiç de olmazsa olmaz değildir. Bu sebeple buraya uğramayı pek düşünmezken sağlam kaynaklar mekanın sahibi İdris Abi'nin muhabbetinin kaçırılmaması gerektiğini söyleyince bir uğradık biz de dükkana. Denilenler doğru çıktı: beş yıl önce emekli olunca ailece Lao'ya gelip yerleşen sonra da boş boş durmaktan sıkılıp bu işe giren İdris Abi ile muhabbet etmek gerçekten pek keyifli. Ben de mutlaka uğrayın, en azından bir kahvesini, denk geliyorsa rakısını için derim.

8.10.2012

666





Eskiden güzel hatunların fotoğraflarını da koyardım bloga, biliyorum bekleyenleriniz vardır. Neyse 666. yazı vesilesiyle Edita'yla şenlendireyim burayı.

7.10.2012

vientiane yolu

Lao'ya hava yoluyla girmek gibi bir niyetiniz yoksa en popüler tercihler ya kuzeydeki Huay Xai'den giriş yapıp iki günlük Mekong'da tekneyle seyahat edip Luang Prabang'a varmak ya da Nong Khai'ye ulaşıp sınırı geçip hemen 15 km uzaktaki Vientiane'a ulaşmak. Biz ikinciyi tercih ettik. Bunun için de iki seçenek var: otobüs veya tren.

Otobüs yolculuklarını bir şekilde sık yaptığımızdan treni deneyelim dedik ve Bangkok Hualamphong tren istasyonundan yola çıktık. 12 saatlik yolculukta vagonlar yataklı, 1. sınıfta bir odada iki yatak varken 2. sınıfta yataklar perdeyle ayrılıyor birbirinden. Görevliler gelip yatağınızı yapıyor ve çarşaflar vs gayet temiz. Tren yemeklerinin pahalı olduğunu duyduğumuzdan yola çıkmadan bira ve yiyecek stoklarımızı yapıp yola düştük.

19 .00 kalkışlı tren yirmi dakika rötarla yola çıktı ve sabah Tayland'ın sınıra yakın şehri Nong Khai'ye vardık. İsterseniz buradan shuttle trenle Lao tarafına geçebilirsiniz, fakat tren istasyonu şehre oldukça uzak. Ya da bizim gibi bir tuktuka atlayıp sınıra varabilirsiniz. Lao tarafına geçince de bir minibüse atlayıp 30 dakika içinde Vientiane'a ulaşabilirsiniz.

Karşınızda Güneydoğu Asya'nın en ufak ve en sakin muhtemelen de en sıkıcı başkenti!

4.10.2012

komşularla sıfır sorun

Malum AKP iktidarının bundan birkaç sene önce dile getirdiği bir durumdu komşularla sorunsuz yaşam. Sonuçta adamlar haklı neden yanıbaşımızddakilerle sıkıntılı olalım ki. Bu aşamada AB ile görüşmeler, Ermenistan ile maç diplomasisi, Ortadoğu'da kalkan vizeler, Esadla çektirilen fotoğraflar, İranla nükleer programa yönelik arabuluculuk derken başlangıç gayet umut vericiydi; ama ne demişler Türk gibi başla... Bunun arka planında Neo Osmanlıcılık mı dersiniz yoksa bölgesel güç olmak mı orası size kalmış.

Önce AB ile ilişkiler savsadı. Hem AB ülkelerinde yaşanan krizler hem de sağcı hükümetlerin başa gelişi ama en önemlisi de gerekli düzenlemeleri yapmaya hiç de hevesli olmayan AKP hükümeti, Kıbrıs'ın dönem başkanlığı esnasında yaşananlarla beraber "ben seni ararım, mutlaka görüşürüz" sözleri verip de asla aramayan iki arkadaşa dönüştü.

Ermenistanla protokoller imzalandı, pek bir sevişildi karşılıklı yenildi içildi ama sonra eve dönünce her iki taraf da "aman allahım ben ne yaptım?" pişmanlığı yaşadı. Tabii bu esnada Azerbaycan'ın kanlısıyla yakınlaşmamız "kardeş ülke"yi kızdırınca ilişkiler limonileşti mi? Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk.

Yeni padişahımız en önemli çıkışını Davos'ta yaptı. İsrail'e karşı "van münüt" şovu tüm Arap aleminde coşkuyla karşılandı. "Öldürmeyi iyi bilenler"le tüm askeri işbirliği süresiz askıya alındı. Ama bir yıl sonraki Mavi Marmara olayında öğrendik ki üç ortak tatbikatımız planlanıyordu kendileriyle. Hemen bunlar da askıya alındı.

En trajikomiği Suriye ile yaşananlar herhalde. Bundan topu topu iki sene önce ailece görüşen iki kanka bugün kavga için gün sayıyor. Arap Baharı'nın gazıyla ayaklanan Suriye'deki muhalifler yabancı ülkelerin de desteğiyle bir anda kendilerini iç savaşın aktörü olarak buldu. Barışçıl gösteriler bir anda kanlı çarpışmalara dönüştü. Burada iki tarafı da desteklemediğimi belirteyim. Arap Baharı'nın kışa dönüştüğü bir ortamda şüphesiz ki Özgür Suriye Ordusu da muhalefetten başka bir şeye dönüştü. Sünni-Şii çatışmasında karşı saflarda yer alan Türkiye ile İran'ın arasının da bozulması kaçınılmazdı.

Şimdi bu noktada gelinen durum tam anlamıyla iki yüzlülüktür. Hükümetin Hafız Esad karşı argümanlarında tutarlı hiçbir nokta yoktur. Halkının kanını döken diktatörlere karşı olduklarını söyleyenler Darfur'da kendi halkının kanını döktüğü için Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında tutuklama kararı çıkartılan Ömer el Beşirle askeri ittifak yapmaktadır, toprağına düşen top mermisi için hemen müdahale edenler yıllardır bir başka ülkeye top mermilerini göndermekte hatta  ülkede asker bulundurmaktadır, o top mermisiyle ölenlerin kanını yerde bırakmayanlar Roboski'de "yanlışlıkla" öldürülen 34 vatandaşı için bir özürü bile çok görmektdir, insan hakları nutukları atanlar Irak'ta Şiilere karşı ölüm tugayları oluşturduğu için idam cezasına mahkum edilen Haşimi'ye kol kanat germektedir, PKK'yı barındıran ülkeleri teröristlikle suçlayanlar Özgür Suriye Ordusu'na ev sahipliği yapmaktadır ve en saçması yanı başında süren iç savaştan rahatsız olanların ülkesinde 30 senedir iç savaş sürmektedir ve yaptıklarısyla savaşı körüklemektedirler.

Bu noktada bölgesel çekişmelere, Katar'a, Bahreyn'e ya da yıllardır Türkiye'de kapalı devre yayını yapıp da nedense bir türlü faaliyete geçemeyen El Cezire Türk'e falan değinmeden tek şey söylemek istiyorum: ben bu saydıklarımı komşularıma yapsam bırak mülk sahibi Rizeli mahallenin ağır abisi Muzaffer'i, karşı komşum tonton İsviçreli teyze Nicole bile evire çevire dövmüştü beni.

1.10.2012

lao: prelüd

Öncelikle bir yanlış anlaşılmayı düzelteyim: ülkenin adı Laos değil Lao. Hatta resmi ado Lao Demokratik Halk Cumhuriyeti. Dallama Fransızlardan önce Lao krallıkları hüküm sürerken sömürgeciler kendi dillerinde çoğul eki "s"yi "Lao"nun sonuna ekleyip Laos elde ederler nasıl olsa okunuşu aynı diyerek.

Fransız Indoçin'i dağılınca bağımsızlık gelir ama yeni sömürgeci ABD'dir bölgede. Vietnam Savaşı esnasında "gizli savaş" vardır ülkede. Amerikan uçakları aralıksız Lao topraklarını bombalar ki dünya üzerinde en çok bomba düşen ülke halen, özellikle doğusunda da patlamamış bombalar var. Daha sonra iç savaş başlar, 1975'te de Pathet Lao CIA'nın desteklediği Hmongları yenerek sosyalizmi ilan eder. Ve ülke 2000lere kadar sınırlarını kapatır. İşte bu sebeple doğası bakir, insanları sakin, zamanı donmuş bir ülke Lao.

Dağlık Lao özellikle trekking, rafting vs için ideal. Başkent Vientiane sıkıcı, kuzeydeki Luang Prabang UNESCO mirası muhteşem bir şehir. Bununla birlikte Pakse'de dev küpleri görebilir, güneyde nehir kenarında Mekong yunuslarıın izleyebilir, en kuzeyde de 3 günlük trekking turlarına çıkabilirsiniz. Ülkenin altyapısı berbat olduğundan kısa görünen mesafeler gayet uzun ve yorucu oluyor aklınızda olsun.

Sosyalist olsa da turizmin önemini kavramış, yabancılar için rahat bir ülke. Ayrıca çok da ucuz. Para birimi kip, 1 dolar da 8000 kipe denk geliyor. Kredi kartı geçen yerler var ayrıca ATMler de bol.   

Ülke fakir ama insanları sürekli gülümsüyor. Kimse bir şeyler satmak için yapışmıyor, yavaş yavaş hayatlarını yaşıyorlar. Ve de çocuklar: hayatımda gördüğüm en güzel çocuklar Lao'daydı. Hiçbiri canı yanmadıkça ağlamıyor, annelerinin kucağında veya motorsikletlerinin önünde hayatın içindeler. 7 yaşını falan geçmişlerse de bizzat işleri yapmaya başlıyorlar.

Normalde sınır kapılarında vize alınıyor ama Türkler bir kaç başka milletle bu kapsam dışında. Bu sebeple biz de Bangkok Lao Konsolosluğu'ndan aldık vizemizi. Metroya binip "Tayland Kültür Merkezi" istasyonunda inip taksiye binin. Konsolosluk gayet sıkıcı bir muhitte ara sokakta. İçeride formu doldurup bir fotoğrafla pasaportunuzu teslim edip "ekspres" diyin. Bu sayede 1 saat içinde vizeniz hazır, ederi de 1600 Baht. Hemen yan tarafta meyve alabileceğiniz bir pazar biraz ileride de benzin istasyonunun yanında kahve satan bir yer var.

Vizemizi aldık, sonraki durak Vientiane.

28.09.2012

zamanında kırşehir'e düşmüştü yolum


Bir kaç sene önce yolum Kırşehir'e düşmüştü topu topu iki saatliğine. Bir bozkır kasabası işte. Tek özelliği Neşet Ertaş'ın memleketi olmasıydı. İtiraf edeyim türkü sevmem. Neşet Ertaş diyince de öğrenciyken evinde içtiğim arkadaşlar geliyor; bol bol dinlerlerdi rakı sofralarında.

Bir de bu sahne geliyor aklıma. Defalarca dönüp dönüp izlemiştim. Ne diyelim toprağı bol olsun...

24.09.2012

bangkok güncellemesi

Zamanında şöyle bir Bangkok yazısı yazmıştım, 3 yıl aradan sonra ekleyeceklerimi de buraya yazıyorum. Belki birisi faydalanır.

O zaman Chatuchak pazarına gidememiştim sonrasında iki kere denk geldim: şüphesiz ki mutlaka görülmesi gereken apayrı bir dünyadan bahsediyoruz. Bir şey almasanız bile tavukla sanat eserini, çakma çantayla çiçeği yan yana satan bu dehlizler deryasına ucundan da olsa bulaşın. Pazarlık serbest...

Nihayet görebildiğim yerler arasına Çin mahallesini de katıyorum. Bir ucundan diğerine yürüyünce her türlü karmaşa, gürültü, renk mevcut. Ama buranın esas olayı yemekleri. Sokakta bin bir türlü yemeği bulabiliyorsunuz amenna ama bir köpekbalığı yüzgeci olsun bir kırlangıç yuvası olsun başka yerlerde bulamayacağınız yemekler. Bununla birlikte havanın kararmasıyla birlikte Soi Texas denilen sokağın girişine karşılıklı iki adet tezgah kurulup masalar atıyor kaldırımlara. Tok olsanız bile mangalda pişen deniz mahsüllerinin kokusuna pek kolay hayır diyemiyorsunuz. Nitekim iki akşam da oradaydık, mutluyduk. Ayrıca evet, köpekbalığı yüzgeci çorbası içtim.

Görülecek tapınaklar arasına sadece Wat Saket'i ekleyebiliyorum. Nispeten sakin bir bölgede yapay bir tepeye kurulmuş bir tapınak. Tepesine çıkınca da Bangkok sıcağında harika hissettiren bir esinti ve şehir manzarası var.

Artık nihayet havalimanından şehre raylı sistem mevcut. En alt kata inip biri ekspres diğeri normal iki hattan birisiyle Siam bölgesine kadar gidebiliyorsunuz. Ederi de 45-100 Baht arası değişmekte. Böylece taksicilerle ve trafikle cebelleşmeme imkanı var artık.

Bu gidişimde Khlong Saen Saep kanal sistemini de kullanma imkanı buldum. Chao Phraya kadar manzaralı ve kullanışlı olmasa da Siam'dan tarihi bölgeye gidiş için kullanılabilir.

Tahmin edileceği üzere bu sefer Siam'da kaldım. Skytrain'e yürüyerek 5 havalimanı raylı sistemine 10 dakika mesafede. Önünden taksiye binince her yere ulaşım kolay. Otelin fiyat kalite oranı gayet yüksek. Aklınızda bulunsun. Ha bu arada Khao San'da oda fiyatları  hala ucuz, etraf curcunalı, yemekler kötü ve pahalı; zaten Tayland'ın genelinde geçen seneki sel felaketi ve Baht'ın Dolar karşısında değer kazanması neticesinde fiyatlar artmış, aklınızda bulunsun.

18.09.2012

qatar airways

Bangkok güncellemesi yazısından önce Katar Havayolları ile ilgili bir yazı yazmam gerekiyor kesinlikle. Uçak bileti için 2 ay öncesinden araştırmalara başladığımda önce THY millerini kullanmayı düşündüm ama her nedense o kadar süre önce harekete geçsem de limitli ekonomide yer kalmadığından 90 000 mil gibi bir eder çıktı karşıma; vergiler de cabası. Özellikle Garanti Bankası'nın son katakullisinden dolayı alışverişten mil kazanmak imkansız hale geldiğinden kim kaybetmiş ki o kadar mili ben bulayım (bu mesele da zaten ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor). Zaten rötarlarla bezdiren THY'ye grev meselesi yüzünden de kıl olduğum için olabildiğince bulaşmamaya çalışıyorum.

Bu aşamada aktarmalı uçuşlara bakmak gerekti ve hem fiyat hem tarih hem de aktarma süresi açısından bakıldığında Qatar Airways rakipleri Ettihad ve Emirates'i geride bırakarak beni Bangkok'a uçurmaya hak kazandı. Bunu yaparken de THY'nin 2300 TL dediği bilete 1500 TL diyerek ilk aferini benden kaptı.

Qatar Airways adı üstünde Katar devletine ait bir şirket. Emirates'in sağladığı başarıyı takip eden Körfez ülkelerinin kurduğu havayolu şirketlerindne birisi anlayacağınız. Fakat kendileri iki yıldır Skytrax ödüllerini toplamakta. Doha'yı da bir aktarma merkezi olarak kullanıp dünyanın bir çok noktasına, özellikle de Asya'ya uçmakta.

Neyse biz de bir cumartesi akşamı kendilerinin dış hatlardaki diğer uçakların yanında cüce gibi kalan bir uçağıyla yola çıktık. Bir kere kabin içi hizmetleri harika. Dünyanın dört bir yanından topladıkları hosteslerle hizmet veriyorlar, uçağa bindiğiniz andan itibaren eğlence sistemi açık ve kulaklıklar koltuklarda sizi bekliyor, bol bol dizi-müzik-film seçeneği var, yemekler güzel, içkiler çeşitli, THY gibi kafa şişren anons ve videolar yok...

Kendileri ile ilgili söylenecek tek olumsuz yan Doha Havalimanı. Bir kere körük yok bu limanda. Sizi otobüslerle alıp kullanacağınız terminale götürüyorlar; Doha'da iniyorsanız ayrı transfer yapacaksanız ayrı terminaller var. Sonra diğer uçağınız için de yine otobüse bindiriliyorsunuz. Nitekim size uçağa binerken sarı bilet veriyorlar ve aktarma için de sarı terminalde inmeniz gerektiğini söylüyorlar; merak etmeyin zaten yanlış terminalde inmenize de izin vermiyorlar. Uçaktan inip yeni terminal binasına ulaşıp ikinci uçuş için kapıya varmanız hepi topu yarım saat sürüyor. Etrafta yapacak bir şey, gezecek bir yer yok. Neyse ki aktarmamız 2 saatti de minimum can sıkıntısıyla atlattık Doha duraklamasını.

Sonuç olarak ben kendilerinden pek memnun kaldım. Umarım sonraki seyahatlerde de birlikte oluruz.

16.09.2012

noktalı virgülü bulamadım idare edin


Eylül ayının da sevilebilir yanları olduğunu galiba üniversitenin ilk yılında fark ettim. O sene ekime kadar boştum ve aylak geçen günler etrafta olan biteni daha iyi algılamayı sağlıyor şüphesiz. Havanın o serin hali, yaprakların sararmaya başlaması, kısalan günler, evlere çekilen insanlar...

Bu sene de eylül geldi. Şu an dışarıda kuvvetli bir rüzgar ağaçları sallıyor. Bakarsın yağmur da yağar. Mümkün olduğunca tadını çıkarmalı. Unutmadan, haftaya Bodrum'a gidiyorum bir de.

Lao yazılarını yüklemem lazım buraya ama içimden yazmak gelmiyor. Zaten blogla da eskisi gibi değil ilişkim malum. Döndüğümden beri uğraştığım şeyler yoruyor beni. Zaten gezegendeki gidişatın kötüye gittiğini düşündüğüm bir dönemdeyim. İyi gelen tek şey hayali Belgrad seyahatimi planlamak. Ama söz haftaya yazacağım Bangkok güncellemesini. Belki okuyan çıkar.

5.09.2012

sayo naga

Dönen pervanenin gürültüsüne alıştıktan sonra esinti büyük bir huzur veriyor. Aksi takdirde Mekong'dan gelen nem ve sinekler katlanılır gibi değil. Karşıda yemyeşil tepenin üzerinde duran sapsarı bir tapınak çok farklı bir yerde olduğumu bir kez daha hatırlatıyor. Sokaktan aynı pembeli kız pembe bisikletiyle kim bilir kaçıncı kez geçiyor. Manevra yeri tam balkonun karşısı, herhalde annesinden izin aldığı uç nokta burası.

Çevremdeki çoğu insanın bilmediği dünyanın bu noktasında huzurluyum bile denilebilir. Tek derdim akşam ne yiyeceğim. Sonraki derdim de sabah ne yiyeceğim olacak zaten. Evet hayat böyle bana güzel.

Buranın insanları usulca akan bir nehir kadar yavaş ve de sessizken ne talihsizliktir ki yaşadığım ülkenin insanları o derece sesli. Ve benim de döneceğim yer ne yazık ki orası.

Keşke Corto gibi sadece gitmiş olmak için gidebilseydim ve de gideceğim yer oralar olsaydı. Sabah uyandığım hayata da şimdi içinde bulunduğum ortama da küfrediyorum. Tek yapabildiğim fotoğraflara bakıp iç geçirmek...

2.09.2012

mümkün mü artık dönmek?


Seyahatin özeti yukarıda. Yoksul ama güzeller güzeli sakin Laos'dan dönüşte gene sakallar kesildi gene işe dönüldü. Saçma sapan yiyeceklere tonla para saçılıyor, insanlar sinir bozucu. Ve bir de biz yokken eve hırsız girmiş. Kendime gelince yazarım oraları.

21.08.2012

update

Sokaklarin ve insanlarin sakin, bayraklarin orak cekicli oldugu Luang Prabang`dayim. Bir ara donerim artik...

9.08.2012

bolt, lemaitre ve sıcak

Bundan iki sene önce yine havalar böyle çok sıcakken ve ben elimi bile kaldırmaya üşenirken tüm bir pazar gününü kanepeye yapışıp emektar vantilatörümle idare etmeye çalışarak geçirmiştim. Televizyonda denk geldiğim Avrupa Atletizm Şampiyonası ve dolaptaki Cardinal Melon da o beter günü atlatmama yardımcı olmuştu. O günden düştüğüm bir not vardı: 2012 Olimpiyatları'nda Bolt-Lemaitre 100 metre kapışmasını kaçırma!

Aradan koskoca iki sene geçti. Yine sıcak, yine vantilatör... Dolapta Baileys karşımda olimpiyat oyunları. 1992'den beri göstermediğim bir performansla denk geldiğim tüm müsabakaları izliyorum. Yüzmesiydi, bisikletiydi, küreğiydi, atletizmiydi derken harika bir 12 gün geçirdim. İki sene önce düştüğüm notu hatırladım elbette: Fransız sadece 200 metreye katılmış Londra'da, o sebeple kapışma bu akşama ertelenmiş. Diyeceğim o ki bu kşam da televizyon başındayız, siz de seyredin.

92 Barcelona Olimpiyatları'nın kapanış töreniyle birlikte boşlukta hissetmiştim kendimi, ne de olsa sabah ilk yarışmadan gece sonuncuya kadar her yarışmayı izliyordum; bir kısmı adını bile duymadığım sporlardı. Ama bu sefer öyle olmayacak; çünkü siz kapanış törenini izlerken ben Bangkok'un nemli ve gürültülü bir gecesinde uyuyor olacağım.

15.07.2012

istikamet laos



Nihayet biletler alındı, THY saçmalığına inat Katar Havayollarıdır aracı kurum. Bangkok-Vientiane-Luang Prabang ve Chiang Mai istikamet. Tabii vizeyi alamayıp çuvallamak da ihtimal dahilinde. Bir aksilik olmazsa Luang Prabang'ı görebileceğim ölmeden.

7.07.2012

karganın gak dediği

Güzel bir esinti var, balkonda oturup Gün Zileli'nin "Benim Arnavutköylerim"ini okuyorum. Bir yandan da kafamı kaldırıp kaldırıp kitapta geçen yerleri bulmaya/tahmin etmeye çalışıyorum. Ama mutlaka eski Rum Okulu'nun bahçesindeki koca çınarlara takılıyor gözlerim. Ses çıkartan sadece kargalar var. Deniz kokusunu getiren rüzgar yüzüme çarptıkça eski güzel günleri anımsatan bir şeyler de getiriyor.

21.06.2012

malaga night club

Akşam maçı izlerken içerim diye düşündüğüm Tuborg'u bir avuç Antep fıstığıyla tüketip kendimi dışarı atıyorum "şehir manzaralı" odamdan. Nasıl olsa kaybolmam diye düşünüyorum keza otel yeterince yüksek ve çirkin. İzmir'e ilk gelişim bundan sadece 5 sene önce. Bir kış bayramında eski hatunla gelmiştim, otelden çıkınca iyi kötü tanıdık geliyor etraf. Biraz sonra kendimi rahmetli Fil Pizza'nın önünde buluyorum. Nedense rahmetli anneannemin soğanlı böreklerinden aldığım tadı almıştım pizzasından.

Gereksiz iş arkadaşlarımı ektiğimden istediğim yere gidebilirim. Tepemde ebabiller, kah begonvilleri kah yaseminleri geçerek sıcağın izin verdiği ölçüde yürüyorum. Bir yandan da annemin neden Beyrut'u İzmir'e benzettiğini anlamaya çalışıyorum. Bu İzmir'de ikinci yalnız kalışım, ilkinde de bahsi geçen hatundan yeni ayrılmıştım. Adı bir yerlerden tanıdık gelen bir balıkçıya oturuyorum, tek niyetim rakı ve balıkla Kordon'da biraz oturmak.

Kadınlı erkekli grupların doldurduğu mekanda tek erkek olmanın cezasını en güneş alan yere oturarak çekiyorum. Meze tepsisinden yoğurtlu patlıcan ve deniz börülcesi ikilisini tercih edip bir duble de Yeşil Efe istiyorum. Balık yiyeceğimi belirtmem üzerine garson beni dolaba davet ediyor, bu normalde bir müşterinin tuzağa düştüğünün ve sağlam bir kazığa oturacağının göstergesidir keza eğer geçiminizi bu işten kazanmıyorsanız hilal taktiği uygulayan Türk ordusunun kucağına düşmüş Bizans imparatorundan az hallicedir durumunuz. Barbunda karar kılıyorum enteresandır keza küçük balık sevmem, evde küçük balık seven hanımdır. Kilosu 130 TL imiş, 7 adedi 400 gr ediyor. Pek de umursamıyorum, nasıl olsa şirkete fatura edilecek.

Önce deniz börülcesini sonra patlıcanı bitiriyorum, bu arada da balık geliyor. Gayet güzel tadı; kafalarını yemiyorum. Hanım karşımda olsaydı tabağına atardım. Rakımın son dublesini güneşin batışına denk getirmeye çalışıyorum, olmuyor. Ne de olsa en uzun gün bugün.

Bunları unutmadan yazmak için kalkıyorum, biraz sahilde yürüyüp bir şeyler hissetmeye çalışıyorum. Olmuyor. Odamın şehir manzarasında Malaga Night Club'ın neon ışıkları var.

11.06.2012

41 kere maşallah mı?

Bundan 56 ay önce şirkete adım attığımda bir şirket bilgisayarı vermişlerdi. Sanki içerisinde devlet sırrı varmış gibi şifresini belli aralıklara değiştirmek, içerisinde bir büyük harf ve rakam kullanmak ve sürekli değiştirmek gerekiyordu. Ben de her mantıklı insan gibi "Abcd01" şifresiyle şirketteki hayatıma başladım ve her seferinde sayıyı birer birer artırdım. En sonunda bu sabah itibariyle o şifre "Abcd41" oldu; arada mecburiyetten düzen dışına çıkanları da unutmamak lazım-misal bir önceki IT'nin verdiği "Adana01" idi.

Neyse bu sabah şu gerçek bir kez daha yüzüme çarptı: hayatımın neredeyse 5 yılını burada tüketmiş bulunuyorum.

6.06.2012

ne kadar da çok olmuş

Hiç bu kadar uzun ara verdiğimi hatırlamıyorum. Sebep kesinlikle yazacak şey bulamamam. Ya yazacak konum yok ya da zaten olanları da başka mecralarda harcıyor muyum bilemiyorum. Bir yandan da dönem dönem gelen iş seyahatleri ve sosyalleşme zorunlulukları düzenimi bozuyor. Genel bir konsantrasyon güçlüğüm de var; hepsi bir araya gelince pasif agresif bir davranış olduğunu söyledi işin bir uzmanı.

Yazısı kuvvetli birisi benim başarısız bitki yetiştirme uğraşlarımdan-sokakta duvarlardan fışkıracak kadar arsız aslanağzını bile öldürmemden bahsediyorum, ya da kefir yapma maceralarımdan-evet yapabiliyorum!- eğlenceli yazılar çıkartabilirdi. Ya da akşam serinliğinde yıllardır özlemini duyduğum bir şekilde balkonda oturup gökyüzünü izlerken döktürebilirdi. Ne yapacaksınız eldeki malzeme bu...

13.05.2012

ilüzyonlar diyarı


Bundan 40 sene önce çölün ortasında önemsiz bir kasaba olan Dubai'nin bugün kurduğu simülatif şehir görülmeye değer gerçekten de. Yedi şeritli yollar, gökdelenler, alışveriş merkezleri sanki bir bilgisayar oyunu gibi görünüyor. Her şeyin "en"i orada: "en büyük", "en pahalı", "en pahalı"...

Şehrin %5'i yerlisi, %20 expat ve %75 de en ağır işleri yapan ve de bu görkeme sadece uzaktan bakabilen işçiler: Pakistan'dan, Etiyopya'dan, Hindistan'dan gelenler. Durumu anlamak için Independent'ta çıkmış şu makaleyi okumanızı öneririm.

Şehirde hayat bir kaç yer dışında alışveriş merkezleri ve otellerde geçiyor. Ne de olsa klima ve alkol sadece buralarda var (doğrusu alkol sadece otellerde var-ılımlı şeriat). İçinde kayak pisti bile olan alışveriş merkezleri para harcamak isteyenler için cennet, çünkü ülke vergiden muaf bir yapıda. Bur Dubai denilen eski bölge ise bizim Mahmutpaşa'yı andırıyor. Şüphesiz ki daha insani geri kalan tüm o mimari ve mühendislik laboratuarına kıyasla.

Alışveriş yapmadığımıza göre bizi paklayacak bir yer var: kumsal. Kafeler ve iğrenç müziklerle işgal edilmemiş uzun bir plaj ve harika mavi bir deniz. Aynı kumu biraz daha içeriye doğru takip edip binaları da aşınca çöle varılıyor kolayca. Burası da herkesin bildiği gibi sarı, uçsuz bucaksız ayrı bir dünya.

Her yere arabayla gitmek gerekiyor, bu durumda taksi önemli bir seçenek-ki fiyatlar ucuz. Bununla birlikte klimalı duraklara sahip otobüs ve uzay üssünün andıran durakları, yerin üstünden giden yolu ve biraz fazla para verince kullanabileceğiniz "gold class" vagonuyla metro da birer alternatif.

Dünyanın 170 ulusundan insan yaşadığı için yemek konusunda isediğiniz alternatifi bulmak kolay. Bir Emirlik spesyalitesi yemedim ama özlemini duyduğum Uzakdoğu ve Lübnan yemeklerine doydum.

Görülmesi gereken bir diyar Dubai. Paranın nasıl bir dünya yaratabileceğini görmek gerçekten etkileyici. Bununla birlikte turistik aktivite açısından kısıtlı, bu ihtişamın arkasında yatan sömürü ise sinir bozucu.

11.05.2012

dülger balığının ölümü

"Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi alemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen serin aydınlıkla uyanıvermek., günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüzeye doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla aletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:"

tek değişen alkolün kalitesi



16 yıl önce dinlediğim şarkıları dönüp dönüp dinliyorsam sorun sende mi yoksa bende mi? O zamanlar iğrenç tekel votkasına vişne suyunu katık ederdik bugün maşallah seçeneğimiz çok. Tek fark budur.

2.05.2012

dubai prelude

Hiç aklımda yoktu Dubai'ye gitmek. Bu nedenle olsa gerek pek bilgim de yoktu. Nitekim kendisi Birleşik Arap Emirlikleri Devleti'ni oluşturan yedi emirlikten bir tanesi ve de en batılısı-bu konuya bir sonraki yazıda değineceğim.

Peki noldu da oldu ben Dubai yollarını tuttum? Bir kere orada arkadaşların olması ve onların muhteşem konukseverliğiyle birlikte turist olarak gelsem yapamayacağım şeyleri yapma imkanı buldum; otel parası vermemek de cabası, keza oteller pahalı oralarda.

Birleşik Arap Emirlikleri gayet de formaliteden de olsa vize istiyor. Eğer biletinizi THY'den alırsanız istenen belgelerin jpeglerini internete yükleyip bir de 85 doları bayılıp kısa sürede vizeyi de alıyorsunuz. Bir de prosedür gereği imzalı bir metin göndermeniz gerekiyor, benimkini kaybedip gereksiz stres yaşattılar.

Velhasıl kelam bir geceyarısı Dubai'ye indik. Yine arkadaşlar sağolsun karşılama şirketiyle anlaşmışlar, bu sayede methini duyduğum retina taramasına da girmeden ülke sınırlarına ve dolayısıyla da çöl ortamına ayak bastık.

26.04.2012

arnavutköy'e övgü

Her ne kadar Cemal Süreya "hiçbir semtte berberin olmadı senin" dese de ben taşındıktan sonra bile eski semtime gidiyorum berbere. Dün eski semtte dar kaldırımlarda yavaş adımlar ve Rumca kelimeleriyle yaşlıların yanından geçip köhne apartmanlardan gelen nem kokularının hatırlattıklarını zihnimden uzaklaştırarak berbere vardım. İki ay olmuş, epey de şey değişmiş semtte; misal yılların muhtarı ölmüş...

Yeni semte alıştım artık. Erguvanlar ve morsalkımlar açmışken aksi de düşünülemezdi zaten. Üzgünüm Şişli seni hiç özlemiyorum, burada bir berber bulunca son bağımız da kopmuş olacak.

25.04.2012

çöle yağmur yağarmış

Gidildi ve de dönüldü. Eş dost sağolsun turist olarak gidilse ıska geçilecek çok şey yapıldı. Sağolsunlar var olsunlar. Yazıları bekleyin biraz.

20.04.2012

kemiklerimi ısıtmaya gidiyorum

Tam erguvanlar açmış, mor salkımlar coşmuşken ben 30 derece sıcağa ve kumlar ortasına gidiyorum. Bu dört günü boğaz sırtlarında yürüyerek geçirmek de güzel olabilirdi ama neyse...

İlk defa bir yere giderken sıfır hazırlıkla gidiyorum; eş dost sağolsun gezdirecekler. Dönünce yazarım merak etmeyin.

13.04.2012

deniz kıyısına övgü-2

İş için Antalya'da türüne bol rastlanan bir kongre otelindeyim. Oda bahçeye yayılmış binalardan birinde. Otelin haritalandırma sistem rezil olduğundan bahçede kaybolma imkanı doğuyor. Çiçeklerin ve kuşların arasında geziyorum iş için geldiğim yerde.
Geçen sene iki yan otele bu kez tatil için gelmiştim. O tatile çıkaran sebep yok artık hayatta, geri/yenisi gelir mi bilinmez? Buraya şimdi gelme sebebim de biraz kaçmaktı İstanbul'dan ama tam da şimdi kalmam gerekiyor halbuki. Tanrıarı güldürmek için plan yap mı demişti birisi?
Hava bu kadar güzelken çalışmamanın mutlak özgürlük olduğuna bir kez daha ikna oluyorum...

6.04.2012

deniz kıyısına övgü

Odanın pencere kenarı üçgen şeklinde bir çıkıntı. En uca yürüyünce soldan sağa körfez manzarası. Altımda çirkin çatılı binalar ve denize giden cadde. Şirketin parasıyla içtiğim rakı sayesinde yarın sabah sahilde oturup boyoz yemek istiyorum ama aynı şirket başka işlere koşuyor beni. Çalışmak zorunda olmamak mutlak özgürlük olmalı.

Bu İzmir'e değil deniz kıyısına övgü...

1.04.2012

winter is coming

Hayat darbeli matkap gibi; bunu kabul edince o titreşim, o gürültü daha çekilir hale geliyor. Bunda hemfikir miyiz? Yine de o darbeli matkap her türlü keleği atmaya hazır; asla unutmayalım. Öyle bir dönemden geçiyorum, sıkıntılıyım ve de sıkıcıyım. Bu nedenle benden bir hayır beklemeyin bir süre; zaten twitter alemine de girdim belki mecalim olursa bir iki cümle orada ederim. O zaman selametle...

19.03.2012

döndüm

Rapor bitti ben de döndüm. Gördüm ki pek kaale alınmamış gidişim. Zaten blog yarışmasında da külliyen babayı aldım. Hadi oy vermediniz, çiçek/çikolata göndermediniz anladım. Bari bir yerlere gitmeme yardımcı olun yav, çok sıkıldım.

12.03.2012

raporluyum

Al işte buraya yazmamak için bir bahane daha. Yarın sabah itibariyle yıllardır (20 olsa gerek) nefes almamda sıkıntı yaratan burnumdan kurtulmak için hastaneye gidiyorum. Hayatımdaki ilk defa rapor alacağımdan dolayı (askere geç gitmek için aldığım iki raporu saymıyorum) heyecanlıyım desem inanacak mısınız?

Kadir Topbaş fotoğrafıyla gidiyorum, bakalım ben de 10 yaş gençleşir miyim...

10.03.2012

milise mou



1970lerin aranjman furyasında Türkçe'ye devşirilmiş harika bir şarkı. Manos Hacidakis'e saygılar...

3.03.2012

gazella'nın yarışmasına katıldım a dostlar

Gazella bir blog yarışması düzenliyor, ben de katıldım gaza gelip. Sağ tarafta banner görüyorsunuz ya, hah tıklayın ona. Sonra karşınıza çıkan facebook sayfasında sarı bir yıldız gördünüz değil mi? Hah ona tıklayıp oy verin, herkesin üç oy hakkı var; elbette arzum üç oyu da bana vermeniz.

Olur da kazanırsam ve hani belki de yolum Laos'ya düşerse yukarıdaki üç üründen istediğinizi sizin yerinize de içerim.

Şimdiden teşekkürler...

27.02.2012

bir ayrılık

Sinemada izlemeyerek aptallık etmişim. 2011 yılının en iyi filmi deniliyordu da şaşırıyordum, geçen gün izledim; hemfikirim. Oyunculuklar o kadar iyi ki, sanki gerçekten de Tahran'da bir komşunuzun hayatına tanıklık ediyorsunuz. Karı-koca, baba-oğul, anne-kız, baba-kız ilişkileri, sonra adalet ya da adaletsizlik ve sınıf farklılığı... Hepsi de harika bir senaryoda önümüze seriliyor.

Hiç konusuna falan girmiyorum, hazır Oscar da almışken seyredin.

25.02.2012

under god's power she flourishes



Bir dizi HBO tarafından çekildiyse 1-0 önde başlıyor benim gözümde. Boardwalk Empire da keza böyle bir dizi. Her güzel dizinin bir de en güzel bölümü vardır, ikinci sezonun on birinci bölümü de bol Ödipus göndermeli harika bir bölüm olarak dizi tarihindeki yerini aldı. Yukarıdaki sahne ise sezon finalinden.

Bir ara In Treatment hakkında da yazmam lazım...

23.02.2012

peki mutsuz olduğumu söylemiş miydim blog?

Büyük laf etmişim kabul ediyorum. 29.12.2011 tarihinde daha mutluyum demişim omlet sırasında aynı yılın ilk ayında yazdığım bir yazıya referansla, halbuki mutlu olmadığımı fark ediyorum omlet beklerken sabahları. Bir yıl öncekiyle aynı oteldeyim; omlet aynı omlet, sıra da aynı sıra...

Yiyceklerin ve de lüksün insanı mutlu ettiği konusunda hemfikiriz değil mi? Güzel, yazacak halim yoktu zaten. Çalışmanın insanı mutsuz ettiği konusunda da hemfikiriz? Aç parantez: ocakbaşına oturduğumuz bir arkadaşa "çalışmak iyi bir şey olsa üste para vermezlerdi zaten" demiştim de kınamıştı beni. Alain de Botton tarzı yorumlar istiyormuş benden. Siz istemiyorsunuz değil mi? Zaten okumadım da daha kendisini.

Çok çalışıyorum, çok yorgunum ve çok mutsuzum. Haftaya işi kırıp boş boş evde oturmak istiyorum. Nisan ayı için de Dubai biletim var. O değil de rüyamda Luang Prabang'daydım, ağutosta gidebilir miyim acaba?

15.02.2012

çok yoruldum be blog

İnsanlık için kısa ama benim için uzun bir süredir yoğun çalışma temposundayım be blog ve de sayın okuyucu. Bu sebepledir ki bu öğleden sonrayı boş boş oturma günü olarak atadım. Kah podcast dinliyorum kah ilginç makaleler buluyorum. Bugün böyle geçer de yarın yine beyin süzgeçi gibi bir gün olacak.

Bir yolunu bulsam da Montevideo'ya gitsem...

6.02.2012

joe sacco

Joe Sacco'nun kim olduğunu birkaç ay öncesine kadar bilmiyordum ne yazık ki. Saraybosna'da bir kitapçıda benim entel hanım gösterdi Gorazde'yi. Dönünce hemen araştırdum ve Türkçe'ye çevrilmiş iki çizgiromanı da aldım: Filistin ve Gorazde.

1960 yılında Malta'da doğmuş bir gazeteci ve çizgiromancı Sacco-bu vesileyle Corto Maltese'ye d eselam edelim. Gazeteci kimliğiyle Filistin'de 90ların başında ve 1995 yılında kuşatmanın sona erdiği dönemdeki Gorazde'de gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını çizerken insanları odak noktası yapıyor. Bir yandan da kendisinin orada geçici/misafir olduğunu da belirtmekten kaçınmıyor. Çizimleri de çok sade, akıcı bir hikaye okur gibi ilerliyor.

Gorazde'yi okurken Balkanlarla ilgili okuduklarım, gördüklerim ve duyduklarım geldi aklıma doğal olarak. Elbette üç beş kitap okuyup oralarda üç beş gün geçirince Balkanları anladığımı iddia etmeyeceğim. Zaten din farklılığının insanları nasıl komşularını boğazlamaya ittiğini, Tito'nun yıllarca nasıl herkesi sakin sakin yönettiğini, onun ölümünün ardından nasıl ortalığın karıştığını, Enver Hoca'nın bir ülkeyi onlaca yıl nasıl dünyadan izole ettiğini kolay kolay anlamak da mümkün değil.

Ama emin olduğum bir şey var: bir Boşnak/Hırvat/Sırp olsam, evim yakılsa, ailem/arkadaşlarım öldürülse ve bunu yapanlar benden sadece dini farklı olan Slavlar olsa; bir daha asla o millete mensup biriyle eskisi gibi bir ilişki kuramazdım. Bu vandalizm isteği ister tepeden iniyor olsun, ister içlerinden gelmiş olsun; ve üstelik de isterse bu kişi sonuna kadar masum olsun...

1.02.2012

küçük asya'ya ağıt



Afieroma Sti Mikra Asia albümü birçok harika parçaya sahip ama en güzeli bu bence; seyirci muhteşem çünkü. Albümü ne yapıp edin bulun derim, mümkünse hem Dalaras hem de Glykeria külliyatını arşivleyin.

25.01.2012

tehlikeli tatlar

Ne zaman konu baharatların tarihinden açılsa ilk söylenen söz kokmuş yemekleri yenir hale getirmek için baharatların tüketildiği olmuştur ve bu külliyen yanlış bir bilgidir. Eski dönemlerde baharat o kadar pahalıdır ki ancak zenginler kullanabilir ve şüphesiz zenginler kokmuş yemek yemez. Misal safran hala pahalı bir baharat.
Andrew Dalby tarih boyunca baharatların nasıl kullanıldığını, nasıl bir ticari meta olduğunu, uğruna nelere katlanıldığını, nasıl sömürgeciliğin bir parçasına dönüştüğünü gayet güzel bir dille anlatıyor. En yenisinden artık bulunamayanına çeşit çeşit baharat anavatanlarına göre kitapta yerini almış. Bu arada yemek tarifleriyle örnekler çeşitlendirilmiş.
Baharat meselesi adı, tadı ve şekli gibi gayet renkli. Uygun miktarda kullanıldı mı içine girdiği yemeği eşsiz bir hale dönüştürür. Burada önemli olan onları tanımak. Tehlikeli Tatlar'da adını daha önce duymadığım ya da şöyle bir kulağıma çalınmış bir sürü baharatla karşılaştım. Okurken de hangisini nasıl kullanırım diye kafa yordum; ilk sonuçlar: avokado salatasına kişniş ve yoğurda garam masala denemeleri gayet başarılı oldu.
Kitabın yazarı Andrew Dalby 1947 doğumlu bir dilbilimci ve tarihçi. Özellikle yemek tarihine eğilmiş, Oxford arşivlerinde incelediği elyazmalarından yola çıkarak yazdığı Bizans'ın Damak Tadı yine Kitap Yayınevi'nden çıkmıştı; bir ara okumak lazım. Son kitabı da peynir üzerine, umarım gelir.

22.01.2012

jovano, jovanke



Kotor'da eylül sonunda bir cumartesi akşamı Karadağlı ailelerin çocuklarını gezdirdiği, turladığı sahil şeridindeki lokantalardan birinde duydum ilk defa bu türküyü. Masalarda oturanlar kadar etraftan geçenler ve biz de şarkı bitene kadar kaldık yerimizde; diğerlerinin tersine biz eşlik edemedik. Melodi tanıdıktı, Ajda Pekkan söylüyormuş bilemedim... Bir hafta sonra bu kez Üsküp'te çıktı karşıma türkü. Vardar Nehri'nin kenarında oturup keten ağırtan Jovano için yakılan bu türküyü başka nerede dinlemek gerekirdi ki zaten?

Dönüp araştırınca gördüm ki envai çeşit versiyonu var bu Makedon türküsünün. Eski Yugoslavya'da popülerliğin zirvesini yapmış olsa da bir talibi de Bulgaristan'dan. Yıllar önce Balkanların ayrı köşelerinde ayrı anlama, melodiye ve sözlere sahip Üsküdar'a Gider İken hakkındaki belgesel geldi aklıma. Balkanlar üzerine bol bol okumak, düşünmek ve elbette yazmak lazım.

18.01.2012

6 aylık türk telekom macerası

Her evini taşıyan abone gibi ben de 29 Temmuz günü hem telefon hem de ADSL nakil başvurusunda bulundum Osmanbey Telekom'a. Pazartesi geleceklerini söylediler, gelmediler. Çarşamba durumu bildirince Perşembe geleceklerini söylediler, gene gelmediler. İşin enteresanı geldikleri günlerde de aramadılar, sonuçta yarım saatte atlayıp eve gidebilirdim.

En sonunda Gayrettepe Telekom'u bastım, Bebek katına çıktım ve ertesi gün için kesin randevuyu aldım. Nihayet 11 Ağustos'ta telefonum bağlandı. Ama o da ne: internetim yok! Sebep: ADSL nakli için başvurmamışım. Evet salağım çünkü telefonu naklettirip interneti eski evde bırakacağım. Neyse onun nakli de iki gün sürdü, bu sefer de port hatası nedeniyle bekledim üstüne. İnternete tamamen kavuşmam ayın 15'ini buldu.

Yaklaşık iki hafta sonra bir sabah uyandığımda internet yoktu. Her aklı başında insan gibi arıza kaydı bıraktım, ne hikmetse sorunun nereden kaynaklandığını bir Allahın kulu açıklayamadı. Meğer arıza kutudaymış ve benim sorumluluğumdaymış.

Bu arada Eylül ayı telefon faturam nakledilmeyen günlerin düşülmesiyle indirimli gelmişti fakat bu fatura ADSL faturama bir türlü yansımadı ben de Eylül sonunda bu duruma itiraz ettim. İki ay durum incelendi, yazılı belge beklendi. İtirazım Kasım sonunda kabul edildi fakat uygulamaya halen geçilemiyor, en iyisi Gayrttepe Telekom'u basmak gene.

6 ay süren, defalarca 444 0 375'i aramamla geçen, derdimi anlatmakla saatlerimin geçtiği Türk Telekom çilesi sona ermiyor bir türlü...

14.01.2012

balkanlar: içelim










Balkanlar'da içmek de keyifli. Öncelikle bizimki gibi olmasa da bir kahve kültürleri var: espresso. Boşnak kahvesi bizim kahveye benziyor, ama cezvede pişmiş olarak getiriliyor ve 1,5 fincan kahve çıkıyor. Yanında şeker ve "rahat lokum" geliyor. İstediğiniz kadar içinde eritebilirsiniz.

Alkol tahmin edileceği üzere bol, güzel ve ucuz. Karadağ ve Makedon şaraplarını, Hırvat Pelinkovac ve likörlerini, Kosova birası Peja'yı, adı benzeyen ama tadı daha farklı rakıyı, brendi ve kanyakları ve elbette çeşmelerden akan soğuk suları şiddetle öneririm. Ha bir de sık sık karşınıza çıkan Schweppes bitter limonu.

13.01.2012

balkanlar: yiyelim











Gelelim işin en güzel kısmına: yemek! Balkanlar şüphesiz ki etleri, deniz mahsülleri, unlu mamülleri ve süt ürünleriyle bir cennet. Bosna Hersek, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova et ve köfte açısından harika, Hırvatistan ve Karadağ deniz mahsülleri açısından... Özellikle buralarda kolay kolay yiyemeyeceğimiz deniz mahsüllerine görece az para vererek stoklarımızı tamamladık. Boşnak börekleri ne kadar güzelse Hırvat ve Arnavut pastaneleri de o kadar leziz. Tüm ülkelerde peynir ve ayranın şahını yiyebilirken kuru etleri de atlamamak gerekiyor.

Her şehir için önerdiğim lokantaları zaten yazmıştım, o sebeple foroğraflara bakıp yutkunmak ve o taraflara yolumu düşürmeye çalışmak en iyisi...