30.06.2010

zee avi

Dün sabah duydum sesini, pek bir güzel. God Help The Girl dinleyesim geldi üstüne.




27.06.2010

taze fasulye

Şüphesiz ki bir yaz günü serin çarşaflarda ayağının ucunda bir kedi varken dışarıdan gelen seslere ocaktaki taze fasulyenin (ama bol sarımsakla yapılmış olacak, soğan katiyen kullanılmayacak) kokusunun eşlik etmesine huzur diyebiliriz. Uyanıp balkondaki masada o fasulyeyi bulmaya da mutluluk...

Diğer sebzeleri bilmem ama taze fasulyenin mutlulukla bir ilgisi olmalı.

26.06.2010

ok computer


1997 senesinin yazıydı, üniversiteyi kazanmış yeni bir sürece başlama arifesindeyim. Okulun açılmasına da aylar var, zaman öldürüyorum çeşitli şekillerde. İşte bu dönemde önce Paranoid Android sonra Karma Police'in kliplerini izliyorum. Evet farklı ve çok güzel iki şarkı yapmış Radiohead; üstüne Roll'de bir yazı okuyorum: Mir Uzay Üssü'ne benzetiyor OK Computer'ı. Turistik gezi için müthiş bir yer ama fazla kalınırsa tehlikeli. İnternet diye bir şey olmadığından elde edebildiğim bilgi bu kadar. Evden çıktığım ender zamanlardan birinde gidip kasedi alıyorum hemen. O günden sonra 2 ay boyunca hiç çıkmıyor teypten. Airbag'ın çiğ gitarlarıyla açılan albümü defalarca dinliyorum hiç sıkılmadan. Exit Music zaten nefesimi tutup boş boş duvarlara bakmama sebep oluyor, Lucky ve ardından gelen The Tourist ile iyice abondone hale geliyorum. Sonra tekrar Airbag... Evet gerçekten de tehlikeliymiş.

16 Haziran 1997'de yayınlanmış albüm. 13 sene olmuş... Ne Sonisphere ne Dalaras konseri, oturmuş gecenin bir vaktinde OK Computer dinliyorsam 13 yılda pek de yol alamamışım demektir...

25.06.2010

tatil hazırlıkları başlasın

Bu sene de yıllık izni bayram tatiliyle birleştirdim, Güneydoğu Asya'yı görmeye devam edeceğim aksilik olmazsa. Bir süredir uçak biletlerini takip ediyordum, maşallah borsa gibi bir gün düşüyor bir gün çıkıyor... Uzatmanın anlamı yok diyerek aldım 20 Ağustos gecesine. 1-2 gün Bangkok, sonra ver elini Myanmar Birliği...

24.06.2010

oyun set ve maç: isner


Bir dönem delicesine izlerdim tenis maçlarını. Oynamayı da denedim ama astigmat olunca topla raketi pek temas ettiremediğimi fark ederek hakem sandalyesine tırmanmayı tercih ettim. İki turnuvanın yeri ayrıdır elbet: biri Roland Garros diğeri Wimbledon. Daha uzun sürdüğü, daha rahat takip edildiği, daha bir güç istediği ve elbette bahar aylarında -okulun sonlarına yaklaşmışken- oynandığı için Roland Garros bir numara olsa da hatırladığım efsanevi maçlar nedense Wimbledon'da oynanmıştır: 1992 Agassi-Ivaniseviç finali. Sonra Ivaniseviç'in 2001'de ek kontenjanla gelip şampiyon oluşu. Ve son olarak da tarihin en uzun tenis maçı olarak ayrı bir yere sahip olan Mahut Isner maçı. 11 saat süren, son seti 70-68 sonuçlanan, her iki tarafın da tüm enerjisini tüketene kadar oynadığı maç. Üç gün sürdü ama bitti...


23.06.2010

yelkenler suya

Bir bakıyorsun işler yoluna girmiş sanki. Düşünmen gereken şeyler sanki ortadan kalkmış. Sen de doğal olarak hayaller kurmaya başlıyorsun, yeni hedeflere yelken açasın geliyor. Sonra birden rüzgar tersine dönüyor, herşey gayet boktan hale geliyor. Yelkenleri toplayalım da rüzgarda zarar görmesinler...

21.06.2010

bu bir sevgi olayı ercan


Her Dünya Kupası'nda sempati duyduğum takımlar olur; o sempatiye de bir çok sebep bulunur. Örneğin gol atınca cümbür cemaat, sahadakiyle kenardakiyle kutlayan takımlar daha bir sevilir tarafımdan.

20.06.2010

bekleyen derviş taktiği

Malum yeni çipli/teknolojik/biyometrik pasaportlara geçildi. Önce sistem çöktü, sonra istenen fotoğrafların sitede yazandan farklı olduğu ortaya çıktı. Tam her şey yoluna girdi derken şimdi de pasaport harçlarını düşürdüler; tam da ben yarın o paraları yatırsam mı diye düşünürken. 6 Temmuz'a randevu aldım bakalım o zamana kadar neler olacak?

19.06.2010

soğanlı börek aka patriyot böreği

Çatalca'ya ulaşan otobüslerden inip meydanı geçip asfalt yolu bitirirdik; sonrası yokuşlu taşlı yollar ve Rum evleriydi. Eve ulaşınca Zeynep Hanım mutlaka masayı donatmış bizi bekler dururdu; muhtemelen de bırak biz yollara düşmeden önceyi biz uyanmadan önce tüm hazırlıkları tamamlamış olurdu. Zaten bu tez canlılığı ve inatçılığından yataklara düşüp altı yılını o halde geçirdi ya... Sofranın benim için -ve muhtemelen ailenin diğer fertleri için de- en gözde unsuru eve girer girmez kokusunu aldığımız davlumbaz fırında pişmiş soğanlı börekti.

Soğanlı börek, adı üzerinde kat kat açılmış böreğin içi soğanlı olanıydı. Yan unsurlarsa elbette domates ve bol bol nane. Çoğunlukla ana yemeği geçip böreğe yumulur üstüne de enfes kurabiyelerle ziyafeti sonlandırırdık. Zeynep Hanım artık yok ama soğanlı börek bayrağını kızına -anneme- devretti. E bu devir esnasında elbetteki tadda hafif bir kayıp oldu ama ne yapalım bu enfes lezzeti başka yerde yeme şansım yok; bayrağın diğer sahibi teyzem çok yaşlı artık. Zamanının geldiğini düşünüp kardeşimi gaza getirdim; kendisi eminim ki annemden daha iyi yapacak.

Peki nereden çıktı şimdi soğanlı börek? Organik pazarda gözleme, börek yapan bir teyze var. O da kocası da Arnavut kanı taşımakta, cumartesileri de pırasalı börek bulunmakta tezgahlarında. Yıllar içinde epey muhabbetli hale geldik, bir ara soğanlı börekten bahsettim böyle kat kat açardı ananem diye. Meğer onun da oğlunun en sevdiği börekmiş, şimdi ne zaman yapsa ayırıyor bana da. Bugün de bir gittim ki üç dilimi ayırmış sağolsun. Elbette Zeynep Hanım'ın yaptığı kadar muhteşem değil...

Ha şimdi soran olursa Patriyot böreği nereden çıktı peki diye, bu konu araştırılması gereken bir konu. Nasıl Mübadele yeni yeni kurcalanmaya başladıysa Patriyotların kurcalanmasına daha var sanki. Kısacası Nasliç ve Yanya civarında yaşayan Müslüman Rumlardır Patriyotlar; Lozan Mübadelesi de dini temelli bir takası öngördüğünden Anadolu'daki Rumlarla Yunanistan'daki Müslümanlar yer değiştirilmiştir. Zeynep Hanım da Nadir Bey de Patriyottu. Eh bu da beni yarı Patriyot yapar...

Son söz: düşünüyorum da böreğin içine soğan ve domates koymak zorunda kalmak nasıl zor bir süreç esnasında gelişmiştir acaba?

17.06.2010

bloody sunday

Paul Greengrass'ın mutlaka izlenmesi gereken filmi. Adı üstünde 1972 Kanlı Pazar'ını anlatıyor. Katolikler'in barış yanlısı yürüyüşüne İngiliz paraşütçüler ateşle müdahale eder ve 13 kişi ölür. İşte bu olayı hareketli kamerayla her iki tarafın da gözünden anlatır film; öncesi, sırası ve sonrasıyla. Ha bir de İngiliz karargahında sürekli çalan telefon vardır gıcık eder İngilizlerin ettiği kadar. Filmin sonunda Ivan'ın basın açıklaması sonunda U2 konser kaydıyla girer filme malum şarkıyla jenerikler akarken. Sinema salonunda boğazımda bir yumrukla kaldığımı hatırlıyorum. Ta 2002'de izlediğim filmi neden anlatma gereği duydum?

Geçen gün Tony "Liar" Blair'in 1998'de başlattığı soruşturma sonuçlandı 12 yıllık araştırma sonunda:

"İngiltere başbakanı David Cameron, milletvekillerine yaptığı açıklamada, İngiliz askerlerin eyleminin haksız olduğunun açık olduğunu ve haklı gösterilemeyeceğini söyledi.

Cameron, ilk kurşunu atanın İngiliz askerler olduğunu belirtti.

Cameron, askerlerin ateş açmadan önce hiçbir uyarıda bulunmadıklarının ve sivillerin de silahlı olmadıklarının anlaşıldığını aktardı.

İngiltere'nin Başbakanı, askerlerin davranışları dolayısıyla özür diledi."

16.06.2010

çırpınırdı rio de la plata



Al sana Uruguay'a yerleşmek için bir neden daha...

15.06.2010

bölünesi gelen ülke


Belçika varlığını pek anlamadığım bir ülke olageldi. Sonuçta Antwerp limanının hinterlandında oluşturulmuş bir yapay ülke; bir tarafta Fransızca konuşan Walonlar bir tarafta Flemenkçe Flamanlar; ortada da Brüksel. Birkaç yıldır süren siyasi kriz son seçimle iyice alevlendi: genel seçimlerden etnik kesimler arasında bölünmeyi savunan Yeni Flaman İttifakı NVA birinci parti olarak çıktı. Ama işin komiği Belçika hükümetlerinin her iki dili konuşan toplumları temsil eden en az dört partiden oluşması gerekiyor. Bu arada NVA lideri De Wever birleşik bir Belçika'da başbakanlık yapmayacağını açıkladı. Bu durumda ilk aday Valon bölgesinde önde giden Sosyalistlerin lideri Elio Di Rupo. Ama işin ironik yanı Di Rupo koltuğu istemeyen De Wever'in karşı çıktığı tüm özellikleri taşıyor: solcu, Fransızca konuşuyor ve birlikten yana...

13.06.2010

zooda yolda


Sağ tarafta görmüşsünüzdür bu ismi, merak edip baktıysanız da Meksika'dan Buenos Aires'e 6 ayda inen bir çiftin seyahatnamesini zevkle okumuşsunuzdur. Eda ve Tansu bir süre önce dönmüştü de biz ancak bugün tanışabildik. Oturduk, konuştuk, dertleştik. Dünya küçük, aynı alanlarda bulunmuşuz, ortak kişileri tanımışız, hayatla ilgili dertlerimiz zaten aynı. Akıl aldım bugün onlardan, çok çok güzel önerileri oldu; mutlu bir şekilde bindim vapura...

12.06.2010

4 yılın sultanı


İlk hatırladığım Dünya Kupası 1986. Avşa'da alınan Panini albümü, gece seyredilmeye çalışılan maçlar ve Maradona... İlk bilinçli takip ettiğim ise 1990. Her maçı seyretmeye çalışıp notlar tutarak izledim. 1994'e geldiğimde saat farkından dolayı çoğu maçı seyredemedim; gece uyanık kalamıyorum ki. Ve finali o kadar sıkıcıydı ki Championship Manager oynamayı tercih ettim. 1998 üniversite finallerine denk geldi, tercihim maçardan yana oldu elbet. Sonuç: 2 bütünleme. 2002'de Türkiye'nin de olmasıyla farklı oldu takip sürecim ama sabah maçlarını seyretmek için okulu kırmanın tadı bambaşkaydı. Bir de öğlen biralarının. 2006'da artık işe giderken maç izlemeye çalışan biriydim. Ama şansım sağolsun ajansın arşiv odasında dandik televizyondan takip çabalarım patronla birlikte dev ekrandan izlemeye dönüştü. Ve geldik 2010'a... Kısmen daha kurumsal bir şirkette iş seyahatleri eşliğinde seyretmeye çabalayacağım bu kupayı. Ha bir de vuzzzzzzzzzzzzzzzzzz sesi eşliğinde. Hepimize hayırlı olsun...

11.06.2010

irlanda'dan gazze'ye

İrlanda'nın insanları Gazze'ye uygulanan ambargonun delinebilmesi için en çok çabayı gösteren insanlar Avrupa Birliği dahilinde. Sebebi de aynı şeyleri yıllarca önce yaşamış olmaları: özgürlükleri ellerinden alındı, toprakları işgal edildi, hayatları tehlikeye girdi... Ve bu sebeple dünyanın herhangi bir yerinde benzer şeyleri yaşayan bir halk olduğu zaman yardım etmeleri gerektiğini düşünüyorlar; budur MV Rachel Corrie'nin Dundalk'tan yola çıkıp Gazze açıklarına gelmesi.

Birilerine yardım etmek için ille aynı ırktan veya aynı dinden olunması gerekmediğini gösterdiler...

9.06.2010

the psychiatrist is in



Çok uğraştım klibe ulaşmak, bir de üstüne buraya yükleyebilmek için. Değeri biline bol bol dinlenile...

31 olmuşken iyi denk düştü mü ne?

7.06.2010

karşı pencere

Geçen gün birisi sorunca fark ettim ne kadar uzun süredir bu evde yaşadığımı; dile kolay 9 yıl. Taşınmalardan nefret ettiğim için her derdine katlandım bu evin belki de, yine de kabul etmem gerekir ki şanslıyım; çok güzel kendisi. Bir de o kadar çok şey yaşadım ki bu dört duvar arasında...

Dokuz yıl içinde çok şey değişti çevrede. Bir kere bir sürü yeni bina yapıldı eskisinin yıkılması ile. Mahallede tepesine su döktüğüm çocuklar büyüdü. Bazı insanlar taşındı çevredeki bazıları ilk günden beri yerinde.

Bunlardan birisi de tam karşı penceremdeki kadın. Annemden bildiğim kadarıyla (benim 9 yılda çevreyle kurduğıum muhabbeti bir günde kurabiliyor kendisi) ben taşınmadan bir süre önce oğlu intihar etmiş. Kocası da hastaydı, uzun süre görmemiştim; sonra ara ara denk geldim yine görünmeyene dek. Annemden öğrendim ki tekrarlamış herşey. Her gün görebiliyorum o pencerede, sokağı izliyor. Muhtemelen sıkkın. Bir süredir tek bir saksı içinde çiçek görüyorum pencere önünde: gündüz hava alıyor, akşam içeriden dışarıya bakıyor. O kadın gibi, camın, pencere pervazının berisinde tek başına duruyor. O yaşa gelince ben de tek başıma mı olacağım böyle diye düşünüyorum sonra, uzun yaşamayacağım nasıl olsa düşüncesi hatırlatıyor kendini; mutlu mesut sardunyalarıma çeviriyorum gözlerimi.

6.06.2010

d-day

Her ay bir haftasonunu çalışarak geçiriyorum. Haziran için de o haftasonu bu haftasonuydu. Sevmiyorum zorunlu sosyalleşmeleri, katlanmak lazım ama. Otel odasında uyumaya çalışırken Evcilik Oyunu diye bir yapıma denk geldim; o nasıl bir ucubeliktir, o nasıl kötü oyunculuktur, o ne saçma kurgudur. Bugüne kadar (BBG ile başlayan süreç) hiç o tür programları seyredemedim; bir burnu havadalık anlaşılmasın, denk gelmedim gelsem de sıkıldım.

Neyse bu tür şeyleri irdeleyip bir film yapmışlar: Ev. Yönetmeni bir arkadaşımın arkadaşıydı; yolda karşılaşmıştık da ben "sakalını mora boyayan adamdan hayır mı gelir" demiştim. Adam film çekmiş ben mal mal kanepede oturmuş çift sarılı yumurtama ekmek banıyorum. Öyle işte...

4.06.2010

previously on in treatment



Rutinleri seviyorum. Her cumartesi sabahı kalkıp duş almak, bir şeyler yiyip terapistin karşısına geçmek, çıkınca da pazara uğramak bir rutin. Ara sıra akşam saatlerine kaydı seanslar ama ne Nişantaşı akşamları çekiliyor ne de karanlıkta kendimle uğraşabiliyorum. Bu akşam haftanın yorgunluğuyla pek bir zor geldi oralara kadar gitmek ama ilginçtir oturdu bir şeyler yerine. Ha bunun sebebi terapi mi yoksa yorgunluktan hoşaf gibi olmam mı bilemiyorum. Eğer hoşaf gibi olmak çözümse bunu başka yollardan da halledebilirim, değil mi?

Videodaki müziği duyunca Pavlov'un köpeğine dönüp karşımda Paul'u görmek istiyorum. Six Feet Under'ı bitireyim de In Treatment'ın ikinci sezonuna başlayayım.

3.06.2010

bruises

Son günlerde duyduğum en güzel şarkı. Youtube'a erişilmiyor gene ben de uğraşamadım tembellik had safhada. Buyrun linki: http://fizy.com/s/1aivod#s/1dlrjq

for you-ooh-ooh-ooh
so black and blue-ooh-ooh-ooh
for you-ooh-ooh-ooh

Siz de dinleyin siz de neşelenin.

2.06.2010

hava ne güzel oldu değil mi a dostlar?

Yürüyüş falan yapsak, karşımıza böyle elf ablalar çıksa ormanda. Oturup soluklansak...

1.06.2010

days of summer

Yapış yapış sıcağın da anlattığı üzere resmen yaza girdik. Dolapta kiraz, kayısı; pencere önünde sardunya, domates. Millet kaçar yakında İstanbul'dan, biraz sakinleşir ortalık. Ağustos sonu da ver elini tatil.