28.06.2015

padova, venedik, bologna: yiyelim içelim

 İtalyan mutfağı candır, İtalyan yemekleri muhteşemdir. Trattoria ve osteria'lardan şaşmamak lazımdır. Şarap ucuz ve güzeldir. Estetik zirve yapmıştır. Tek sıkıntı o mekanları açık bulabilmektir (siesta). Ha bir de dondurma meselesi var... Bu kadar güzel dondurma mı yapılır? Ben yedim, yolunuz düşerse diye size birkaç mekan önereyim:

Padova'da güzel bir meydana nazır, işini ciddiyetle yapan abilerin mekanı Ristorante PePen

 O meşhur revakların altında harika yemekler yenilen La Brace

 Her ne kadar sebze pazarı olsa da yemek vakti dolup sokaklara taşan Mercato delle Erbe

Ve son olarak da seyahatin zirvesi, mümkün olsa üç öğün yemek yenilecek Osteria dell'Orsa.

Bir süredir gidilecek yerlerde "nerede ne yenilir?" sorusunu araştırırken olabildiğince o şehirde yaşayanların önerdikleri yerleri listeme alıyorum. Bir de mekanda mümkün olduğunca turistten ziyade evine giderken mekana gelmiş o şehirli yaşlının oturması orası ile ilgili bana güven veriyor. Ne yazık ki Venedik ile ilgili bir yer öneremiyorum çünkü 1. listeme aldığım mekanların değil kendisini semtini bulamadım. 2. Venedik daha önce de dediğim gibi pahalı ve turistik bir şehir. Venedik'in geleneksel atıştırmalarına cicchetti denmekte ve daha çok ekmek üzeri deniz mahsüllerinden oluşmakta. Venedik'te en beğendiğim yer yine şans eseri bulduğumuz Pizzeria alla Straga oldu.

Son cümlelerimi de spritz çılgınlığı üzerine yazayım. Tüm mekanlarda bu leziz içki içilmekte. Tarifi basit: buz+Aperol+beyaz şarap+soda+portakal dilimi ve belki de zeytin. İlk içişten sonra her dinlenme anında canınız çekecek, haberiniz olsun...

21.06.2015

bologna

Sanırım benim için yeryüzünde cennetin bir adı var: Bologna. Bir şehir bu kadar mı güzel olabilir?

Öncelikli güzellik kriteri muhteşem yemekleri. Nitekim Bologna İtalya'nın gastronomi merkezi kabul edilmekte. Bu sebeple iki adımda bir karşınıza et çeşitleri, taze makarnalar, dondurma satan dükkanlar ve çeşit çeşit lokantalar çıkıyor. Şahsen abartıldığını düşündüğüm İtalyan mutfağı hakkında sağlam bir tokat atan yerdir Bologna. Ayrıca dünyaca ünlü Bolonese sosun kaynağı da burası fakat adı başka: ragu!

Ben bu şehri aç gezdim. Her oturduğumuz yerde harika yemekler yedim tamam ama her seferinde kalkıp iki dükkan geçince ya aşağıdaki manzarayla karşılaştım ya da dehşet kokular duydum.



İkinci güzellik kriteri şehrin tarihi dokusu. Padova'da altında yürüdüğümüz revaklar burada zirveye ulaşıyor. Söylenen o ki 42 kilometre uzunluğundaymış şehrin revakları, yazın güneşten kışın yağmurdan kaçarak her yere gidebilirmişsiniz. "Kızıl şehir" deniliyor Bologna'ya çünkü kırmızı tuğlalardan yapılmış binaların çoğu ve Ortaçağ Bolognası gayet güzel korunmuş. Şehrin meydanında oturmak (evet internet gene beleş) size birçok esaslı yapıyı gördürebilir: Neptün Çeşmesi, duvarında 2. Dünya Savaşı'nda hayatını kaybetmiş onlarca partizanın resminin olduğu Biblioteca Salaborsa, Palazzo Re Enzo... Burada dışarıdan bitmemiş gibi görünen ve kapısında polislerin beklediği San Petronio Bazilikası'nı ayrıca öneririm. Bir kere içerisinde meridyen çizgisi var ve Hz. Muhammed'i cehennemde işkence görürken gösteren freskolar nedeniyle iki defa El Kaide saldırısına maruz kalmaktan son anda kurtulmuş.

Şehrin bir başka simgesi ise şehrin önemli ailelerinin 800 yıl önce diktiği fallik objeler olan Asinelli ve Garisenda Kuleleri. Bir tanesinin eğimli olması işin ayrı bir güzelliği. Mozart'ın eğitim almak için geldiği dönemde orgunu çaldığı San Domenico Bazilikası da görülmeli.


Bologna'ya  "kızıl şehir" denmesinin tek sebebi binalarının rengi değil. Avrupa'nın en eski üniversitesi burada ve nüfusun yarısı öğrenci. Bu da sağlam bir sol geleneği meydana getiriyor. Şehrin son güzelliği de bu. Özellikle üniversite mahallesine gidince ortam bir anda şenleniyor. Özellikle Guiseppe Verdi Meydanı tam bir öğrenci kantini gibi (bu vesileyle şehrin bu tarafındaki mekanların daha ucuz olduğunu da belirteyim). Benim için medeniyetin göstergesi olan bisiklete binen dişilerden bol bol var bu şehirde. Ve ayrıca aşağıda bir örneği olan grafittilerde duvarları süslüyor.


Yazıyı bitirirken de güzel bir Avusturya şarkısının linkini verelim.






20.06.2015

venedik

 Baştan söyleyeceğimi söyleyeyim: Ben buraya Venedik'i övmeye değil gömmeye geldim! Nitekim şehir her geçen gün biraz daha sulara gömülüyor, daha dün konuyla ilgili bir haber daha çıktı.

 Akılda kalması gereken ilk bilgi: Venedik çok pahalı. İkinci bilgi: mutlaka kaybolacaksınız. Şehirle ilgili tüm planlarınızı bu iki bilgiye göre yapın lütfen.

Zamanında bir adaya kurulup da dünya ticaretine hükmeden, zenginlik içerisinde yaşayan ve kanallar ağının meydana getirdiği bir şehri gezmek gerçekten enteresan ama aynı zamanda da yorucu. Nitekim dar sokaklarda gezerken kısa sürede kayboluyor, çıkışı buldum sanırken aniden bir kanal tarafından yolunuz kesildiği için geri dönemk zorunda kalıyorsunuz. Ya da gitmek istediğiniz yer sizin hiç aklınıza gelmeyecek dar hatta dapdar bir sokağın sonunda yer alabiliyor. Ve bu daracık sokaklar inanılmaz klostrofobik olabiliyor. Tüm bahsettiğim enteresanlıklar da dünyanın dört bir yanından turist gruplarını şehre çekiyor ve dar sokakların dolmasına, mekanların da pahalılığına yol açıyor. Gitmeden önce okumanızı önereceğim iki şey var: birisi bir kitap diğeri de altı ay orada yaşamış olan bir arkadaşımın samimi bir yazısı



Bizim Venedik seyahatimiz son anda belli olduğu için kalacak yer bulamadık, zaten söylenen Venedik'in içinde kalacak yerlerin pahalı olduğuydu. Bu durumda önce herkesin önerisi olan şehin anakarayla bağlantı yeri olan sanayi bölgesi Mestre'ye baktık ama yine yer yoktu. Bu durumda en akla yakın çözüm trenle yarım saat uzaklıkta olan Padova'da kalmaktı. Gidince anladık tüm otellerin dolu olma sebebini: tam gittiğimiz gün 56. Venedik Bienali de başlıyormuş meğer. Burada bir parantez açıp İtalyan trenlerinin çalışma sisteminden bahsedeyim: biletinizi gayet kolay otomatik cihazları kullanarak alabiliyorsunuz, ister nakit ister kredi kartıyla. Trene binmeden yapmanız gereken perondaki cihazlarda biletinizi onaylatmak, fakat benden duymuş olmayın ama trene sekiz kez bindik ve karşılaştığımız kontrolör sayısı sıfırdı...


 Neyse şehre nihayet ulaştık. Benden tavsiye bol bol kaybolacağınız için her görmek istediğiniz yeri göremeyebilir her yapmak istediğinizi yapamayabilirsiniz, planınızı ona göre yapın. Şehrin merkezi San Marco Meydanı. Venedik Cumhuriyeti'ni tüm haşmeti ile hissedebiliyorsunuz. San Marco Bazilikası, müzeler, Dükalık Sarayı, saat kulesi, sütunlar falan derken insanın kendinden geçmesi gayet mümkün ama etraf o kadar kalabalık ki, özellikle Çinliler o kadar selfie çubuğu meraklısı ki insan ağız tadıyla etrafı seyre dalıp hayal kuramıyor. Bu arada meydanda bir çok cafe ve restoran var ama o kadar pahalılar ki önünden geçmeye korkarsınız. Biz aylak aylak dolaşırken bir köşede İlly Cafe ile Sebastiao Salgado'nun ortak projesi olan fotoğraf sergisine denk geldik, daha yeni o müthiş Wim  Wenders belgeselini izlemişken üstelik sergi de beleşken büyük bir zevkle içeri girdik. Eğer tarihleriniz uyarsa mutlaka görün.

Venedik'in pahalılığı ve uyanıklığı burada kendini gösteriyor: Dükalık sarayına girmeye karar verip euroları bayıldınız bilete. Yetti mi? Elbette hayır. Eğer zamanında 4. Haçlı Seferi sırasında Bizans'tan yağmalananları görmek istiyorsanız ayrı bir bilet alıp bir tutam euro daha bayılmak zorundasınız.



"Venedik nasıl bir yerdir?" sorusunun en güzel cevabı San Marco Meydanı'ndan uzaklaşıp kenar mahallelerde gezinmek. O zaman karşınıza havanın sıcaklığı ne olursa olsun yün paltolar giymiş yaşlı teyzeler, çocukların scooterla gezdiği küçük meydanlar, onlarca yıldır muhtemelen aynı çalışanlarla var olan cafeler ve dokununca dökülen binalar çıkacak. Gidip alın kahvenizi/spritzinizi ve bulduğunuz bir dar sokakta merdivenlere oturun. O zaman hayalini kurabilirsiniz işte geçmişin Venedik'inde yaşamanın.


Gondola binmedik, vaporetto'ya bindik (7 euro bilet parası mı olur Allahsızlar, neyse ki trenlerdeki tavsiye burada da geçerli). Vakit kalmayınca plandaki çoğu müzeye gidemedik. Lido, Murano, Burano adaları zaten aklımızda yoktu. Dorsoduro'ya, Akademi'ye falan da gidemedik ama yarım günü Bienal bahçesinde oturup aşağıdaki manzarayı izleyerek geçirdim. Adriyatik'ten gelen rüzgarın taşıdığı deniz kokusu varken neden ara sokaklarda kaybolayım diye düşündüm. Venedik'i pek sevmedim fakat Corto Maltese'nin "Venedik benim sonum olacaktı" demesine saygı duydum.




17.06.2015

padova

 Padova'nın adını çok duymuştum: yaklaşık 800 yıllık üniversitesi, Galileo'ya 18 yıl ev sahipliği yapması, Hırçın Kız'a dekor olması vs... Nitekim şehrin merkezi de adeta o zamanlarda kalmış gibi. Öğle güneşi altında, ortalık sessiz ve tüm dükkanlar kapalıyken dar, taş döşeli ve revaklı sokaklarında kaybolarak dolaşıyoruz ve birden karşımıza tüm haşmetiyle Aziz Antuan Bazilikası çıkıyor. Giriş beleş ve içerisi harika, hatta biraz dikkatli olursanız Donatello'nun eseri heykelleri de görebilirsiniz. Bazilikanın arkasındaki avluda 200 yıllık bir manolya ağacı bulunuyor, eminim ki bugünlerde çiçek açmış ve harika kokuyordur.


Çıktığımızda gün biraz daha ilerlemiş, dükkan sahipleri sieastalarını sonlandırmış. Aheste aheste sokaklada gezinmeye devam ediyoruz: Piazza della Frutta'daki yeme içme tezgahlarına ağzım sulanarak bakıyorum. Artık güneş batmaya yaklaşıp da tüm şehir bisikletleriyle meydanlara akın ederken biz de bir meydandaki merdivenlerde yerimizi alıp dondurmamızı yiyoruz, bu arada şehrin tüm meydanlarında internetin beleş olduğunu da hatırlatayım.

Güneş batıyor, Padova boş sokakları, binaları, meydanlarıyla tam bir Ortaçağ İtalyan şehrine dönüşüyor. Bu büyüyü tek bozan ara sıra yanımızdan geçen bisikletli gençler ve scooterlı çocuklar.

12.06.2015

ljubljana-padova yolu

Slovenya'dan İtalya'ya trenle gitmek için mutlaka aktarma yapmak gerekiyor. Avusturya üzerinden gideni mi istersiniz sınıra kadar gidip arada tramvaya binip bir iki saat de Trieste'yi gezeceğinizi mi, seçim size kalmış.

Biz hiç birini seçmeyip Zagreb'ten yola çıkıp Trieste ve Mestre'ye uğrayıp Padova'ya ulaşan otobüse bindik yaklaşık 4,5 saat sonra Padova'ya varmıştık.

11.06.2015

ljubljana: yiyelim içelim

Her ne kadar eski bir Yugoslav cumhuriyeti olsa da Slovenya'nın yeme içme kültürü çoğunlukla Avusturya Macaristan İmparatorluğu'na bağlı kalmış, bu da bol bol et yemeği ve sebze olarak da lahana ve patates demek. Yine İtalyan esintileri ile pizza ve dondurma da bol. Ama elbette bir Balkan geleneği olarak "pekarna"larda bol çeşitli ve harika hamurişlerini unutmamak lazım.

Ljubljana ile ilgili iki yer önerim var:

1. Geçen sefer imrenerek önünden geçip gittiğim ama bu sefer bir sosisi mideye indirdiğim Klobasarna

2. Slovenya'nın medar-ı iftiharı çeşitli ballar alabileceğiniz Honey House

Ülkede iki bira markası var: Union ve yukarıda görebileceğiniz Lasko.

Son kelamım içme suyuyla ilgili. Burada bizler çeşme suyunu içemediğimizden Avrupa'ya gidince harıl harıl marketlerden su alıyoruz. Halbuki internetten ufak bir araştırmayla hangi şehrin musluk suyunun içilebileceğini öğrenmeniz mümkün. Slovenya ülkenin yeşilliğiyle o kadar övünüyor ki şehir meydanlarına koydukları çeşmelere akan suyun içilebileceğini, hatta içilmesi gerektiğini, dolayısıyla çöpe atılan plastik şişe miktarının azalacağını yazıyorlar.

Nedendir bilinmez ben Ljubljana'ya aşık olmuş durumdayım, bakalım yolum üçüncüye düşebilir mi?

10.06.2015

ljubljana: yeniden

 Belki hatırlayan çıkar, ekim ayında iş için Ljubljana'ya gitmiş ve bu şirin şehri çok sevmiştim. İşsiz kaldığım akşam "madem vaktimiz ve vizemiz var, neden Avrupa'da görmek istediğimiz bir yere gitmiyoruz?" sorusuna cevap ararken AirSerbia'nın buraya gayet ucuza uçtuğunu, kuzey İtalya için de gayet iyi bir başlangıç noktası olacağını görünce bu kez de tatil için hanımla birlikte Slovenya yollarına düştük.

Önce AirSerbia'dan bahsedeyim: Sırbistan'ın bayrak taşıyıcısı havayolu şirketi yaptığı codeshare anlaşmalarla Belgrad Nikola Tesla Havaalanı'nı aktarma noktası olarak kullandırarak Avrupa'nın birçok noktasına uygun fiyata uçma imkanı sağlıyor. Nitekim yer görevlisi İstanbul-Belgrad uçuşu yolcularının sekiz ayrı yere aktarma yapacağını söyledi. Çalışanları da gayet rahat, uçağa binerken kimse pasaport-bilet karşılaştırması yapmadı. Uçuş esnasında bir kumanya dağıtıyorlar, içinde sandviç-kek-su var. Üstüne içecek (ki şarap da var) ve çay kahve servisi de yapılıyor. 

 Ljubljana'ya inince şehre otobüsle ulaşabiliyorsunuz: her yarım saatte bir kalkıyor, kişi başı 4,1 Euro ve şipşirin köylerin içinden geçerek yaklaşık bir saatte şehir merkezinde oluyorsunuz. Aklınızda bulunsun 20'den sonra otobüs seferi yok.

Bahar da pek yakışmıştı şehre, zaten yeşil olan ülke taze bir yeşilliğe bürünmüş her yerde kestane ağaçları çiçeğe durmuştu. İnsanın aylak aylak dolaşması için hava ve zemin uygundu anlayacağınız. Geçen sefer zaman bulup da yapamadığım şeyleri yaptık biz de: sokaklarda gezindik, pazardan çilek alıp yedik, nehir kenarında oturup beleş internet bulduk, Cumhuriyet Meydanı, üniversite bölgesi, Tivoli Parkı, Metelkova derken ben bu şehre geri döndüğüm için mutluydum açıkçası...