27.08.2010

mandalay

nasilsin blog,

mandalay'i da gordum gezdim sira geldi gezinin ana duragi olan bagan'a.

bir bes gun tapinaklar arasi bisiklet turu yaparim, gorusuruz...

23.08.2010

yangon

sevgili blog

sag salim geldim. ay sonunda visa on arrival uygulamasi ertelenecekmis secimler nedeniyle sansliyim galiba.

neyse burasini begenmedim pek yarin Mandalay'a geciyorum.

haberlesiriz.

19.08.2010

abbas yolcu


Yola çıkmadan önceki süreçte kafamda listeler yapıp, alınacakları belirleyip gidilip kalınacak yerleri tespit ettikten sonra gitmeye yakın herşeyi boşveriyorum; ne kadar güzel değil mi? Yarın gece gidiyorum güya ama ne çanta hazır (geçen sene sipariş peynir dahil 6 kg falandı) ne de seyahat planı. Fazla spontane olacak her şey.

Ha bir de yine yol öncesi bir tembellik çöker bana "otur oturduğun yerde" der bir ses, ben de dinlemem onu. Ama bu sefer ses değişti; "kal burada" diyor üç haftadır... Ben yine de dinlemeyeceğim ya gerçi.

Sözün kısası ben üç hafta yokum buralarda. Fırsat buldukça gördüklerimi yazarım kısa kısa, o da bloggerın sansürlü olmadığı yerlerde.

İçimdeki Corto tam da topuklayacak zamanı buldu...

18.08.2010

üç yıl önce

Üç yıl önce bugün bir arabanın arkasında, bir odanın bir köşesini anca doldurabilen eşyalarla sarılı bir şekilde eve dönüyordum. Kafamın rahat olduğu günlerin sonuydu o gün.

Üç yıl sonra bugün çok farklı bir pozisyonda aynı yolu tersine katetmeye hazırlanıyorum bir günlüğüne de olsa. Kafam başka bir yerde...

16.08.2010

iki tatil arası çalışılır mı?


Haftayı Natalia Vodionova ile kapatıp yeni haftaya toplantıyla başlamak şüphesiz ki kültür şoku yapıyor. Tam gidecekken Corto Maltese Sendromu'nun sona ermesine ne demeli?

13.08.2010

haftasonu kapalıyız

burma günleri


Bazı kitapları erken okuduğumu düşünüyorum. Edebi değerine vakıf olamayacak yaşlarda klasikleri okuyunca hakkını veremiyormuşum; yıllar sonra tekrar okuyunca fark ediyorum bunu. George Orwell da böyle bence. Daha önce politik görüşlerine odaklanmışken kaleminin gücünü ıskalamışım.

Madem yola çıkıyorum konuyla ilgili en ünlü kitap olan Burma Günleri'ni okumak lazım dedim. Kendisi de Burma'da İmparatorluk polisi olarak yaşamış olan ve pek de oradaki İngilizler gibi düşünmeyen Orwell, Flory karakteri üzerinden İngiliz sömürgeciliğini anlatır. Onların yerel halka nasıl köpek gibi davrandığını, nasıl soyduğunu betimler. Bir yandan da yerli halk arasında yükselmek isteyen memurların nasıl bencilce birbirlerine kumpslar kurduğunu da anlatır. Ve elbetteki o küçük komünitedeki yöneticilerin birbirleriyle yapmacık ve çıkar dolu ilişkisini yazar.

O kadar güzel betimlemelerle doluydu ki kitap uçakta uyuma rekortmeni olmama rağmen elimden düşürmeden yolculuk etmemi sağladı. Sıcaklar, cangıl, leopar avı, muson yağmurları... Uzun süre sonra bu kadar lezzet aldım bir kitaptan.

Evet zaman kısıtlı boktan bir kitap tanıtımı oldu.

11.08.2010

burma: should i stay or should i go?

Burma (ya da şimdiki adıyla Myanmar) 1962'den beri askeri cunta tarafından yönetilen, 1990'daki seçimlerden sonra Aung San Suu Kyi'nin hapsedildiği, 2007'deki rahip ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılıdığı, yüz binlerce kişinin öldüğü Nargis Kasırgası sonrası insani yardımların kabuledilmediği bir ülke. Ve mevcut durumda totaliter bir baskı var içeride. Muhalifler hapishanelere atılırken etnik gruplara karşı da ordunun operasyonları sürüyor. İşte tüm bu şartlar altında bir çok organizasyon turistlerin Burma'ya gitmemesi, cuntanın para kazanmasına destek olup meşrulaştırılmaması için boykot çağrılarında bulunuyor. Zaten ülkenin bazı bölgelerine gitmek yasak; son duyuru seçim döneminde de ülkeye turist alınmayacağı yönünde.

İşin bir de diğer yönü var: Burmalıların dışarıdan bilgi alabilmesinin ve dışarıya bilgi çıkabilmesinin tek yolu turistler. Ve eğer dikkatli bir şekilde para harcanırsa (olabildiğince parayla girilen yerlerden uzak durulur, devlete ait otellerde kalınmaz, yine devlete ait tren, nehir ve hava ulaşımı kullanılmazsa) cuntanın cebine giren para azalacaktır; ki zaten cunta 2007 yılında yabancı petrol yatırımcılarından gelen 400 milyon dolar varken benim kıytırık dolarlarıma bakmaz diye düşünüyorum.

Tüm bu şartlar altında haftaya cuma yola çıkıyorum...

8.08.2010

başlıksız

Boş sayfaya bakıyorum deminden beri. Bir şeyler yazasım var ama nasıl yazacağımı hiç bilmiyorum. Komik şeyler oluyor. Ne zaman hayatımı disiplin altına sokmaya karar versem daha da beter oluyor; gerilmiş lastiği çekersiniz de dalgalanmaya başlar ya aynen öyle. Okumam gereken şeyler var, öylece duruyorlar... Daha da komiği yapmak istediğim bir yolculuk var, 10 gün sonra başlıyorum ve hiç bir planım yok; ha belki de böylesi daha iyi, belki de eskisi gibi bir obsesif değilim artık.

Fark ettiğim de o zaten. İki yıl önce uzun süredir içinde olduğum -ve olmaya da devam ederim diye düşündüğüm- ilişkiden topuklayınca "eski düzleminde değilsin de ondan bunlar oldu" demişti G.Ö. ben de pek bir şey anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ne demek istediğini ama sizlere anlatabileceğimi sanmıyorum; mayalanması lazım daha. Üstelik bu iki yılda daha da değişti düzlemim, bu sayede bana iyi gelen şeyler çıkıyor karşıma. Ve ben sadece uyumak istiyorum...

6.08.2010

beklemek sıcak dinlemek sıcak

O kadar sıcak... Yapış yapış... Kutsal klima ve ulu vantilatöre duacıyım. Ama yine de nemli yapış yapış sıcak hakkımı tropik bir adada buz gibi bir birayla kullanmak isterdim.

Daha da sıcak olacak...

5.08.2010

post dünya kupası sendromu ya da neredeyim ben?

Bir ay olmuş Dünya Kupası biteli, o kadar güzeldi ki hala organizasyon dışındaki bir maçı seyretmek zul geliyor. Her ne kadar ilk maçlar çok sıkıcı olsa, bizleri hayalkırıklığına uğratsa, kimisinin karşısında uyutsa ve vuvuzela sesi kafamızı tıraşlasa da sonrasında bir açıldı pir açıldı; işten kaçıp maç seyretmelerim daha da keyifli hale geldi. Bir Uruguay olsun Şili olsun Japonya olsun izlemekten mutlu oldum, harika maçlar ve goller izledim. Kısacası o 1 aylık futbol şöleni harika bir tad bıraktı ağzımda, tüm hikayeleriyle birlikte. Ne de olsa köye dört yılda bir geliyor sirk; ne kadar güzel olursa da o kadar unutulmaz olur. Yine de final maçının olduğu gün gördüm ki en güzel sürprizini sona saklamış 2010 Dünya Kupası...

Bu yazıyı yazdım ki yarın öbür gün "vay efendim entel kuntel mi oldun da maç seyretmiyorsun?" "sen nasıl bidon/televizyon kafasın?" şeklinde sorularla kapım çalınmasın. Yoğun ve ihtiraslı bir ilişkiden çıktım abiler ablalar; yeni bir ilişkiye hazır hissedene kadar yok futbol falan.

4.08.2010

koşmasak da izlesek

Bu sıcakta ne aktivite yapacağım diyerek vantilatör desteğiyle Barcelona 2010'u izledim geçen hafta. Sonuçta Avrupa ile kısıtlı ama yine de zevkliydi. Bizim kazandığımız altınlar, Vlaşiç'in rakipleriyle çekişmesi ve belki de en önemlisi hayatım boyunca izlediğim en iyi erkek sprinter Christophe Lemaitre'nin 200 finalinde son 60 metrede yaptığı atakla bu şampiyona da hafızadaki yerini aldı.

Şampiyonanın sitesi de bok gibiydi...

Yalnız ben bu Blanka Vlaşiç'i çözemedim arkadaş. Var bir şeytan tüyü ama... Sonuçta hastasıyım mı? Evet...

2012 için not: ne yapıp edip Bolt Lemaitre kapışmsını izlemek lazım.

3.08.2010

fotoğraftaki saçmalığı bulun

Tam da Roman Ungern von Sternberg denilen enteresan kişi hakkında bir şeyler okurken bu habere denk geldim. Moğollar ve Naziler... Bu kadar saçma bir kombinasyon aklıma gelmedi.

2.08.2010

heyecan

Güya aşmıştım bu meseleyi, güya tekrar yaşamam diyordum. Gün ilerledikçe başka şey düşünemez oldum, şu an heyecandan kalbim çıldırmak üzere. Evet nasıl olacak da oturacağım o koltuğa, nasıl o aletlerin dişlerimi oymasına katlanabileceğim, nasıl dişim uyuştu mu paranoyasını atlatabileceğim? Sadece bir hafta uzak kalmak bile eskisi gibi yapmış beni...

1.08.2010

adada yankılanan ses

En sevdiğim kanal İz TV'nin dönem dönem denk geldiğim ve şüphesiz her seferinde işi gücü bırakıp izlediğim Sait Faik belgeseli. Sait Faik'in hayatı, yazdıkları ve Burgazada'daki arkadaşlarının anıları... O kadar güzel anlatılmış ki her seferinde dayanamayıp şu cümleleri okurken buluyorum kendimi: "Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım..."

Fragmanı buradan izleyebilirsiniz. Denk gelirseniz izleyin ama Sait Faik'i mutlaka okuyun, Burgazada'ya gidin ve bir adada yaşamanın hayalini kurun.