31.12.2013

düdüklüğün zirvesi 2013

Dünya yok olup bir kapanış değerlendirmesi yapılacak olsa herhalde 2013 kendinden gayet konuşturacaktır; olmadı kendi kişisel tarihim için ben bunu diyebiliyorum.

Ülkenin çivisinin çıktığını da gördük, yüzyıl önceki zihniyetle ülke yönetenleri de. Kıç yalayanları da gördük zeki, çevik ve ahlaklıları da. Kendi çıkarları için milyonların ölümüne razı olanlar da vardı karşı çıkmaya çalışanlar da. Dönem dönem umutlanıp mutlu olsam da elde kalan genelde sinir, hayalkırıklığı ve üzüntü oldu.

Bana gelince blog sayfalarının da fark ettiği üzere bol çalışıp az gezebildiğim bir sene oldu; ha bu arada işi de değiştirdim medeni hali de...

Cümlemize bundan daha iyi bir 2014 dilemekten başka da bir şey gelmiyor elimden.

9.12.2013

altı

Koskoca altı yıl olmuş, utanmasam unutacağım bugünü. Bugün sektöre girdiğimden beri yapmaktan uzak durduğum bir işin kucağıma verilmesinden beri artan mutsuzluğum tavan yapmışken, bütün haftasonunu piyangodan para çıkarsa nasıl hayatımı gerçekten güzel yaşarım diye hayal kurarak geçirmişken, dışarıda deli bir rüzgar çıkmışken, hakikaten içimden birşey yapmak gelmiyorken, mutsuzken, mutsuzken ve de mutsuzken...

Koskoca altı yıl oldu, utanmasam unutacaktım. Önce kıçım sıkışınca aklıma düşerdi, sonra mutluluklarımı paylaşmak isteyince... Bugün canım rakı istiyor, bir süredir altı yıldır yapamadığım şeyleri çekiyor canım zaten. Bundan sonra o şeyleri ancak ben becerebilirsem yapabileceğim gel gör ki.

Koskoca altı yıl oldu, unutmak istesem de unutamayacağım. Unutursam zaten feci sıçmışımdır.

6.12.2013

mantar çılgınlığı


Kasım ayında mutlak Bodrum'dan kargo gelir: değişmez ikilisi de çintar ve mandalinadır. Bu sene de yağmurların başlaması ve arkasından pazarların çeşit çeşit mantarlarla dolması sonucu ilk fotoğrafta örneğini gördüğünüz çintar ve de annemin bir tanıdık tavsiyesi sonucu aldığı külek taa bizim eve kadar ulaştı. Külekleri tereyağı sıvanmış fırın tepsisine dizip üzerine kekik ve pulbiber ekleyip 150 derece sıcaklıkta yarım saate yakın beklettik, beklediğimizden fazla su salması dışında sıkıntı yoktu. Çintarlar ise her zamanki gibi küçük parçalara ayrılıp vokta azıcık baharat eşliğinde pişti. Sonuçlar aşağıda:







Yanına da Batum'dan taşıdığım beyaz şarabı açtık. Gayet leziz bir akşam yemeğiydi. Kalanlrı da ertesi akşam noodle karıştırıp bir harika yemek daha elde ettik.



4.12.2013

şipşak batum

İki hafta önce bir toplantı için Hopa'daydım, bu vesileyle birkaç saatliğine de olsa Batum'u görme şansım da oldu. Bu arada önce Hopa'ya Batum Havaalanı'ndan gidişten de kısaca bahsedeyim: bir kere kafa karışıklığına gerek yok, Batum uçağı ile Hopa uçağı aynı sadece fiyatları farklı. Eğer Hopa'ya gidiyorsanız önce dışhatlara gidip nüfus cüzdanınızla pasaport kontrolden çıkıyorsunuz. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuk sonucunda Batum'a iniyorsunuz ve sizi ayrı bir salona sokup doğrudan Havaş otobüsüne bindiriyorlar. Bahçeli iki katlı evler, portakalr ağaçları ve yemyeşil bir ovadan geçip sınıra ulaşıyorsunuz ve durmadan Türkiye'nin mimari şaheseri binalarıyla dolu bir tarafı dağ bir tarafı deniz sahilyolundan geçip Hopa Limanı'nda indiriliyorsunuz. Nitekim dönüş de aynı şekilde. Bu arada belirteyim Hopa-İstanbul biletinizdeki kalkış saati Hopa'dan otobüsünüzün kalkış saati, kafanız karışmasın.

Cumartesi toplantı sonrası iki otobüs kalkıp Batum'u görmeye gittik. Sınır kapısı bugüne kadar gördüğüm tüm kara sınır kapıları gibi çirkin ve kaotik. Türkiye tarafından torbalarla aldıkları eşyaları evlerine götüren Gürcülerle birlikte sıraya girip gene nüfus cüzdanımızla sınırdan çıkıp Gürcü tarafında sıraya girdik. Yine bir not: bizim tarafta tuvaletler paralıyken Gürcü tarafında beleş, tuvaletin tam ortasında yer alan klozet ise anlamsız. Batum'un kurulu olduğu Çoruh'un Karadeniz'e döküldüğü ova sınırla birlikte başladığı için şehrin havası daha yumuşak, nitekim dağ taş portakal bahçesi. Yolda önce HES'lerle kuruttuğumuz Çoruh'u sonra Gonio Kalesi'ni geçip şehre giriyoruz. Bir tarafta teneke kaplı Sovyet dönemi toplu konutları bir tarafta dışı şatafatlı içi boş yepyeni binalar, casinolu oteller... Karnımızı haçapuri ve armut gazozuyla doyurup meşhur botanik parkına gidiyoruz ama hava karardığı için pek tadı çıkmıyor. Hopa'da Türkiye saatiyle dört dedin mi hava kararıyor, Gürcistan ise bizden yazın bir kışın iki saat ileri. Sonra kısa bir şehir turu: yine bir tarafta yoğun bir Sovyet dönemi tek tipliği ile birlikte estetik ve yaşlı binalar bir tarafta kapitalizmle birlikte yapılan inşaatlar. Mevsim itibariyle ortalık da pek sessiz. Sonra bu civarın meşhur bir restaurantına götürüyorlar, ayrıntıları burada yazmışlar zamanında. Gürcü şarapları gerçekten muhteşem. Daha sonra biz varız diye Türkçe çalan şarkıcılara postayı koyan beli silahlı abilerin Gürcü müzikleriyle döktürüşünü izleyip geri dönüyoruz. Sınır kapısı Erivan'dan İstanbul'a giden otobüslerle dolu. Yoldan şaraplarımızı alıp gümrükten de torpille geçiyoruz, keza her yerde üç günden az yurtdışında kalanların içki ve sigara getiremeyeceği yazıyor, yanınızdaki şaraplara el konulursa şaşırmayın yani.

Açıkçası bunu saymıyor ve "komşularla sıfır sorun" politikası neticesinde Gürcistanla da papaz olmadan Batum ve oradan da Tiflis'i görmeye gelmek lazım diyorum.