31.12.2015

trt3 falan filan

Te yıllar önce ortaokul yıllarındayken güya bana karne hediyesi (öğrencilik kariyerimdeki iki teşekkür belgesinden ilki) olarak alınan 486 dx peder beyin çalışma odasında durur ben de kendisi yemeğini yiyip başına oturana kadar kullanabilirdim. O zaman Championship Manager, Civilisation ve Panzer General'den oluşan üçlüyle günlerim gecelerim geçmişti. Yanda da hep radyo açık olurdu ve TRT3 çalardı. Queen olsun envai çeşit klasik dönem bestecisi olsun hep o dönemden bana kalan bilgilerdir.

Buraya son yazdığımdan beri İstanbul kazan ben kepçe dolaşıyorum, günde 100 km yol yaptığım dahi oluyor. Sancaktepe senin Ümraniye benim hep benden soruluyor artık, yine fonda da TRT3 açık. Özellikle saat 08-16 arasında harika klasik müzik programları var. Sonra düşünüyorum bakalım bu lüksümüz de elimizden ne zaman alınacak diye. Misal o güzelim  #tarih dergisi bağımsızlığıın sürdüremedi, televizyonu açmak sinir bozukluğundan başka şey değil...

Şu an oturduğum yerden balkonu örtmüş karı izliyorum, 2015'in ne kadar da kötü geçtiği geliyor aklıma. Artık "bu yıl öncekinden iyi geçsin"den başka dileğim olmadığını fark ediyorum. 

İki öneriyle bitiriyorum seneyi: 

1. Andreas Scholl'un Vivaldi Nisi Dominus'u.

2. Europa Universalis 4. Steam'de zaman zaman deli kampanyalarla üç lira beş kuruşa satıyorlar. Stratejik derinlik diyen tüm zerzevatın kafasına kafasına vurmak lazım bununla.

27.09.2015

işsizlik raporudur

Kağıt üzerinde beş aydır süren işsizlik dönemim yarın resmen sona eriyor-sanırım, keza hala netleşmeyen konular var. Fakat bu beş aylık dönemde altı hafta tam zamanlı iki hafta da yarı zamanlı çalıştığım için kesintisiz bir haytalık sürecinden de bahsedemiyorum. Bir yandan da yaklaşık bir buçuk ayı gezerek geçirdiğim gerçeği var.

Hemen herkes evde oturma imkanı bulunca bir şeyleri daha fazla yapacağını söyler/yazar/çizer de şunu baştan söyleyeyim evde çok fazla oturmak da bayıyor insanı kardeşim. Bakalım bu dönemi nasıl geçirmişim?

Bir kere bol bol okudum. Zaten dört sene önce evde bir sürü okunmamış kitap olduğunu fark ettiğimde en azından ayda iki kitap okumaya zorlamıştım kendimi ki gayet başarılı gidiyor bu program. Nitekim onu devam ettirmek yetti bana. Bir yandan da internette bulup bulup kenara attığım haberler, yazılar ve makaleler vardı birçoğunu temizledim ama bol vakit olunca daha fazla araştırma yapıp kenara daha fazla yazı atıldığı gerçeğini unuttuğum için sanırım okunmayı bekleyenlerin sayısı sabit kaldı. Yeni işim daha rahat olduğu için pocket'ın da desteğiyle belki bir gün bitiririm diye umuyorum.

Bir de bol bol seyrettim. Beklettiğimiz tüm diziler bitti: Bron/Broen ikinci sezon, Fargo, True Detective, Married ve Avatar: The Legend of Korra. Eş durumundan basın gösterimlerine gittim, Popcorn Time'ı gayet verimli kullandım, Digitürk'te çıkan filmleri de "nasıl olsa yapacak acil işim yok" diyerek pek sektirmedim. Hatta inat ettim Hobbit üçlemesini bile seyrettim. Ha yine de hala izlemek istediğim filmler yok mu? Elbette var...

Arada da podcast dinledim. Misal British Museum'un eski yöneticisi Neil MacGregor'un BBC için hazırladığı 30 bölümlük Almanya Tarihi'ni bu konularla ilgilenen herkese öneririm.

Sahilde bol bol yürüyüş yapacaktım çok sıcak diye kaçtım, balkondaki çiçeklerle uğraşacaktım bir tek güllerin dibinden kendiliğinden çıkan semizotlarını topladım, malum hobimle uğraşacaktım ama elimdeki mahsül bitmedi diye beklettim, İran'a gidecektim denk düşmedi...

Neyse önümüzdeki işsizlik dönemine bakıyoruz.

11.09.2015

her yer yozgat olsun

Daha önce yazdıklarımın üzerinden altı ay geçmeden durum daha da iç kasıcı hale geldi. Geçmişle yüzleşmeyi başaramadığımız için de hala insanların evini dükkanını yakmayı kendimize hak görebiliyoruz. Suriyeli göçmenlere duyulan nefretimiz bir fotoğrafla birlikte es vermişken şimdi de iç savaşa doğru hızlı bir koşuya çıktık ülkecek. Şahsen bu topraklarda istenmediğimin her geçen gün daha da farkında varıyorum ve yapabileceğim tek şey akıl sağlığımı korumaya çalışmak.

Bir de bu yazıyı okuyanlardan isteğim beş saatlerini ayırıp şu belgeseli izlemeleri ve iç savaş denilen şeyin nasıl üç beş kişinin manüplasyonu ile başlayıp yüz binlerin ölümüne yol açtığını anlamaları: The Death of Yugoslavia. Yoksa hakikaten tüm ülke Yozgat'a dönüşecek ve ben zaten ya ölü ya da göçmen olduğum için zerre umurumda olmayacak.

24.08.2015

chasing domates

Yaş aldıkça hem zevklerimiz daha bir spesifikleşiyor hem de bizden önce yaş almışlar gibi konuşuyoruz. Misal bundan yıllar önce güzel lahmacun peşinde olduğumu hatırlıyorum nitekim Antep'te buldum ha o olmadıysa Halil var Kadıköy çarşıda ama sonuçta lahmacun için de çıldırmıyorum.

Son günlerdeki derdim de güzel domates bulabilmek-hani eskilerin deyimiyle nerede ah o eski domatesler. İşin garibi eskiden pek domates sevmezdim de, dediğim gibi hep yaş almanın getirdiği değişiklikler. Zamanında sindirim sistemime giren her domates benim gözümde domates olduğundan ayrıntılar da önemsizdi ama pişmiş domatesten daha az keyif aldığımı, o kabukların soyulması gerektiğini ve de en önemlisi düzgün domates bulmanın ne zor olduğunu hep yıllar içerisinde öğrendim. Evet ne zor öyle güzel domates bulmak. Mahallemizde domates bulmak bile zor olduğundan geçiniz. Ülkede tarımın tabutuna çivi çakıldığı için hep biraz daha çabalamak gerekiyor. İnsan üzülüyor menemene katmak istediği domates saman gibi kokusuz tatsız bir şey olduğunda İzmir'de yol kenarında yediği menemenden gelen domates kokuları aklına gelince.

Çok şey beklemiyorum zaten domatesten de, doğası gereği ne bekleyebilirim ki? Güzel koksun tadı güzel olsun ha bir de fiyatı makul olsun. Neyse ki eski mahallede küçük bir manav var koca koca pembe domatesleri uygun fiyata veriyor. Ne zaman kayınvalideye gitsem kilo kilo taşıyorum. Yemeğe falan katmaya da kıyamıyorum bitmesin diye...

16.08.2015

sankt petersburg: yiyelim içelim

Gezdiğim yerler arasında hiçbir yer beni St Petersburg kadar zorlamadı. Bu da bir çok faktörün bir araya gelmesiyle oluşuyor: 1. şehrin mimarisi kışa göre planlandığından mekanların kapı ve pencereleri küçük dolayısıyla içeride ne olup bittiğini çözmeniz zor. 2. tabela kullanımı minimum ve tahmin edersiniz ki Rusça. 3. bazı mekanlarda self servis geçerli ve inanın her şey bizdekine göre çok çok yavaş. 4. ve ne yazık ki bazı yerlerde ortayaş ve üzeri çalışanlar Rusça dışında bir dil bilmiyor.

Şehirde bir suşi çılgınlığı var ve başını Evrasia çekiyor, her yerde karşınıza çıktığından "bir deneyeyim" diyorsunuz ki fena değil. Bir başka zincir de blini, borş çorbası gibi geleneksel yemekleri yapan Teremok. Alkolsüz bira kvassı da gayet güzel. Stolle'de ise envai çeşit turta bulmak mümkün-somonlusu harika.

Oturup da güzel bir mekanda hem yemeğimi (borş veya okroşka çorbası olur, olivier salatası olur) yiyeyim hem de güzel vakit geçireyim istiyorsanız Teplo'ya gidin derim. Benim tüm seyahatimiz boyunca en sevdiğim yerse envai çeşit Rus birasını deneyebildiğim ayrıca yemekleri de güzel olan Craft Brew Cafe oldu.

8.08.2015

sankt petersburg


   

 Sonuçta St Petersburg, namı diğer Leningrad, ihtişamlı Çarlık Rusyası'na başkentlik yaptığından ve de koskoca bir Rus Edebiyatı külliyatı da hep bu şehrin sokaklarından devam etmiştir yoluna. Nitekim kaldığımız ev de ana caddelerden birinin üzerinde, kapkalın duvarlı, ana kapıdan girip bir tünelden geçtikten sonra büyükçe bir avluya ulaşıp da eski mi eski bir başka kapıdan girdiğimiz apartmanın giriş katında. Ve tüm giriş katları gibi yer seviyesinin biraz da altında. Buna karşılık benim aklımda Suç ve Ceza'dan ziyade yazarına büyük saygı ve hayranlık duyduğum Dünyayı Sarsan On Gün var hep gezerken.

Şehrin esas görülmesi gereken yerleri de o debdebeli günlerin mirası. Kışlık Saray'ın merkezini oluşturduğu Hermitage Müzesi tüm dünyadan turistleri kendisine çekiyor ve sırf bu nedenle de müzeyi gezmek işkenceye dönüyor. Hayatımda bu kadar çok ve güzel eserin bu kadar kötü sergilendiği başka bir müze görmedim. Hem sarayın debdebesinin hem de ellerindeki tüm eserleri odalara yığıp bir de üzerine grup grup ziyaretçi alınca ayrıca hem yönlendirmeler hem de tablo ışıklandırmaları berbat olunca ziyaretiniz bir süre sonra işkenceye dönebiliyor. Buna karşılık Empesyonistlere ait eserler hemen karşıdaki eski ofis binalarına taşınmış, ki orada durumun daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Müzeye girişler de kaotik. Upuzun sıraya girip 300 ruble ödeyerek aldığınız bilet ile tek bir binaya veya 600 ruble ile tüm müze kompleksini görmeniz mümkün fakat unutmayın ki biraz dikkatlice Kışlık Saray'ı gezmek bile bir gün sürüyor. Sıra beklememek için otomatları da kullanabilirsiniz fakat sadece dört adet var ve aldığınız bilet 600 rublelik olandan. Müzeye her türlü çanta ve ayrıca su sokmak yasak. Biletle sadece günde tek giriş hakkınız var ve müzenin kantini berbat. Tüm bunları düşünerek kendinizi hazırlayın.

Dünyanın en güzel kadınlarının arasında yürüdüğünüz Nevsky Caddesi de şehrin geçmişinden gelen güzelliğini gösteriyor: mesela Singer binası ya da bir oyuncağa benzeyen Dökülen Kan Kilisesi gibi. Şehir Neva ve kolları tarafından bölündüğünden bol bol kanal çıkıyor karşınıza ama arazi bol olduğu için Venedik'teki gibi dar sokaklar ve küçük binalar gibi bir durum yok. Ama kanalların daha çok süs olduğunu ancak turist gezdiren teknelerin görülebildiğini, Bangkok'taki gibi ulaşım vs için kullanılmadığını belirtmem lazım. Neva ise çok geniş ve üzerindeki köprüler sabaha karşı açılıyor(muş), o saatte hep uyuduğumdan söyleyenlerin yalancısıyım.

Mutlaka görülmesi gereken bir yer de İzak Katedrali. Gece dahi tepesine çıkıp şehri izlemek mümkün, bu arada aşağıdaki fotoğrafın 23.30 civarında çekildiğini ve gökyüzünün renginden Beyaz Geceler kavramı hakkında bir fikir sahibi olabileceğinizi de not olarak düşeyim.


 Kışlık Saray'ın karşısında Neva'yı geçince Peter ve Paul Kalesi var. Her gün 12'de hala top ateşleniyor. Bir de hemen surların önünde plaj var, ayağını suya sokmak isteyenler için ideal. Hemen karşısında bulunan Askeri Müze kapalı, ileride demirli olması gereken Devrim'i başlayan Avrora Kruvazörü ise bakımda olduğundan göremedim. Ayrıca o civarda gezerken birden karşıma çıkan ve 1900'lerin başında Orta Asya mimarisinden etkilenerek yapılan cami de restorasyondaydı. Tüm bunlar hazır 2018'de Dünya Kupası da varken tekrar gelmem için bir işaret sanırım.

Şehirdeki bazı şeyler hala komünizm dönemini hatırlatıyor insana. Mesela metroda hala babuşkalar yürüyen merdivenlerin başındaki bir kulübede oturup insanları gözlüyor. O sanat eseri gibi duraklar gerçekten mevcut ve evet metroya inmek dakikalar sürüyor. Ulaşım hala ucuz. Başka babuşkalar otobüste dolaşıp bilet parası kesiyor. Mariinsky'de hala gösteriler kapalı gişe, hala insanlar sanki düğüne gelirmiş gibi giyinip geliyor. Sıra beklemek insanlar için hep doğal. Bürokrasi her yerde...


 Pazar günü yeter bu kadar estetik ve güzellik diyerek Udelnaya bit pazarına gidiyoruz. Ve komünizm hala orada da devam ediyor bu sefer tezgahlarda ve yere serilmiş örtülerde tuzluklar, oyuncaklar, heykeller, rozetler, bozuk paralar suretinde. Bir tarafta da şehrin ucuz işgücünü oluşturan Orta Asya ülkelerinden gelenler ucuz giysi satan standları karıştırıyor günlük ihtiyaçları için. Topladığı 3-5 demet otu satan babuşkalarsa olmazsa olmazı pazarın.


Ülke dışına çıkıp başka yerlere ayak bastıkça ülkedeki yeşil alan nefretini ve milletteki park kültürünü görmek hep üzüyor beni. Yine bir klasik olarak şehrin merkezindeki yeşil alanlar ve o parklarda çoluk çocuk zaman geçiren şehirliler de St Petersburg'da bol bol var. Ama bir fark var: burada çimlere basmak yasak!

Tıpkı geldiğimiz gibi önce metroyla Moskovskaya durağına gidip oradan da havaalanı otobüsüne binip serin ve güzel St Petersburg'dan sıcak ve insanların öldüğü evimize geri dönüyoruz.

15.07.2015

madrid: yiyelim içelim

Madridliler eğlenmeyi bildikleri kadar yemek yemeyi de biliyorlar. Bizim yemek yediğimiz saatlerde onlar tapas ile atıştırmaya başlayıp uyumaya gittiğimiz saatlerde de yemek yiyorlar. Tapas, herkesin malumu içkinin yanında atıştırmalık tabak. Elbette o tabağın içeriğini porsiyon olarak da almak mümkün.

İşin enteresan tarafı Madrid her ne kadar ülkenin tam ortasında olsa da envai çeşit deniz ürününün yenilebileceği bir yer-misal fotoğraftaki pulpo a la gallega gibi. Bunun yanında sardalyeler, deniz kabukluları, et ürünleri, kızarmış yeşil biberler derken denemeye fırsat bulamayıp aklımızın kaldığı birçok tapas oldu.

İspanya'nın şaraplarının yanında bir de bira sevdası var. İşin güzel yanı birayı 20'lik olarak da içebilmeniz. Ayrıca vermut, mojito ve benim için en önemlisi cin tonik modası var barlarda. Fiyatların uygunluğundan hiç bahsetmeyeyim en iyisi.

O zaman işsizlik sürecinde Atina'dan başlayıp Madrid'te sonlanan "Aylaklığın 20 Güzel Günü" isimli süreci Madrid'ten tavsiyelerle bitireyim:

Fotoğraftaki Galiçya usuli ahtapotun mideye indirildiği Taberna La Solea, bit pazarının ortasında yer alan ve işi kızarmış sardalye olan Bar Santurce ve tüm bir sokağın muhteşem tapas barlarla dolu olduğu Calle Cava Baja

14.07.2015

toledo





Dubrovnik, Kotor, Ljubljana gibi ortaçağ dokusunu koruyan şehirlere bayılan bendenizin Madrid'e kadar gelmişken Toledo'ya gitmemesi şüphesiz düşünülemezdi. Yol arkadaşımız ise bizden çok çok daha kıdemli bir gezgindi.

Trenle yarım saat sonra Toledo'nun hemen dışına varıyorsunuz-ki bu sayede Madrid'in meşhur Atocha Tren İstasyonu'nu da görmüş olursunuz bu vesileyle. Kısa bir yürüyüşten sonra da zamanının başkentini çevreleyen surlardan içeri giriyorsunuz. Sonrası adeta zamanda yolculuk. Dar sokaklarda kaybolarak gezmek şüphesiz ki bu şehrin tadını çıkarmanın fevkalade bir yolu. Eğer girişlere para vermek sizin canınızı sıkmıyorsa birçok katedral, sinagog ve El Greco Müzesi de görülebilir. Özellikle kulesine çıkıp şehri bir de tepeden görebileceğiniz Iglesia de los Jesuitas'ı pas geçmeyin. Ayrıca hemen karşısındaki barda da güzel cin tonik içmek mümkün.

Şehirde bol bol kılıç (Toledo çeliği meşhurdur alemde) ve hediyelik eşya satan dükkan var. Her ne kadar o çeşit çeşit kılıçların arasında kendimi zor tuttuysam da şehrin en meşhur hemşehrisi Don Quijote'nin güzel bir heykelciği beş yıldır seyahatlerimizden topladığımız ganimetlerin yanında yerini aldı. Şehrin bir başka meşhuru da marzipan. Biz yine kaybolup da denk geldiğimiz, şaşkın şaşkın kapısından girip kendimizi koridorun sonunda gene kapalı kocaman bir kapının önünde bulduğumuz San Antonio de Padua Manastırı'nda rahibelerin yaptığı marzipanlardan aldık. Bu arada tüm iletişimimiz kapıların ardından olmayan İspanyolcamız ve döner çekmeceli bir alış-veriş sisteminden ibaretti.

Artık güneş batmaya yüz tutup da dönme vaktimiz gelince şehrin gecesi nasıl olur diye merak etmeden edemedim.

13.07.2015

madrid


Madrid ile ilgili bloglarda sık göreceğiniz bir benzetme var: Ankara'ya benzediği. Bu lafı eden arkadaşlar ya Ankara'yı ya Madrid'i görmemiş ya da ıslak havluyla dövülmek ihtiyacındalar. Yoksa mimari düzeni, parkları, müzeleri ve canlı hayatı, gecenin bir vaktinde bile eğlenen insanları ile iki şehrin tek ortak noktası başkent oluşları.

Madrid'in meşhur havaalanı Barajas. Kullandığınız havayolu firmasına göre kullandığınız terminal değişiyor. Iberia ile geldiğimiz için biz ödüllü Terminal 4'e iniyoruz. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra da bagajımızı almak için kısa bir tren yolculuğu yapıyoruz. Şehre ulaşmak için de metro ve otobüs kullanmak mümkün.

Şehir bakımsız ama güzel binalar, meydanlar ve onları bağlayan sokaklar/caddelerden ve hepsini dolduran eğlenmeyi seven insanlardan oluşuyor. En meşhur meydanlar Puerto del Sol, Plaza Mayor ve Cibeles mutlaka yolunuzun düşecekleri. Şehirde birçok da pazar yeri bulunmakta. Burada tapaslara bakıp yutkunmamak elde değil, en meşhuru da Marcado de San Miguel.

Madrid tam bir müze cenneti bu arada. Prado Müzesi'nde Goya, Dürer, Tintoretto, Velazquez gibi klasikler hemen karşısındaki Reina Sofia'da ise Picasso, Dali, Miro gibi daha yeniler... Tabii ki başyapıt Guernica. Her iki müzenin de ücretsiz giriş saatlerini kontrol etmekte fayda var. Bunun yanında göremediğimiz Thyssen-Bornemisza, San Fernando gibiler de mevcut.

Prado'nun arkasındaysa kocaman El Retiro Parkı var. Çimenlere yayılmak, ortasındaki göle bakmak şüphesiz ki sıcak havalarda hayat kurtarıcı. El Rastro ise pazarları kurulan bir bit pazarı. Her ne kadar daha çok bizim semt pazarları gibi olsa da artısı pazarın çeşitli yerlerinde canlı müzik yapan gruplar.

Eğer gelmişken flamenko da izleyeyim diyorsanız birçok seçenek mevcut. Fiyatlar biraz tuzlu, bu sebeple daha uygun fiyatlı La Quimeara'yı öneririm önceden rezervasyon yapmak kaydıyla.



Zaman zaman metroyu kullansak da aheste aheste yürüyerek gezdik şehri ve daha sonra bahsedeceğim gibi bol bol yemek yiyerek. Nitekim güzel şehirdi Madrid.

28.06.2015

padova, venedik, bologna: yiyelim içelim

 İtalyan mutfağı candır, İtalyan yemekleri muhteşemdir. Trattoria ve osteria'lardan şaşmamak lazımdır. Şarap ucuz ve güzeldir. Estetik zirve yapmıştır. Tek sıkıntı o mekanları açık bulabilmektir (siesta). Ha bir de dondurma meselesi var... Bu kadar güzel dondurma mı yapılır? Ben yedim, yolunuz düşerse diye size birkaç mekan önereyim:

Padova'da güzel bir meydana nazır, işini ciddiyetle yapan abilerin mekanı Ristorante PePen

 O meşhur revakların altında harika yemekler yenilen La Brace

 Her ne kadar sebze pazarı olsa da yemek vakti dolup sokaklara taşan Mercato delle Erbe

Ve son olarak da seyahatin zirvesi, mümkün olsa üç öğün yemek yenilecek Osteria dell'Orsa.

Bir süredir gidilecek yerlerde "nerede ne yenilir?" sorusunu araştırırken olabildiğince o şehirde yaşayanların önerdikleri yerleri listeme alıyorum. Bir de mekanda mümkün olduğunca turistten ziyade evine giderken mekana gelmiş o şehirli yaşlının oturması orası ile ilgili bana güven veriyor. Ne yazık ki Venedik ile ilgili bir yer öneremiyorum çünkü 1. listeme aldığım mekanların değil kendisini semtini bulamadım. 2. Venedik daha önce de dediğim gibi pahalı ve turistik bir şehir. Venedik'in geleneksel atıştırmalarına cicchetti denmekte ve daha çok ekmek üzeri deniz mahsüllerinden oluşmakta. Venedik'te en beğendiğim yer yine şans eseri bulduğumuz Pizzeria alla Straga oldu.

Son cümlelerimi de spritz çılgınlığı üzerine yazayım. Tüm mekanlarda bu leziz içki içilmekte. Tarifi basit: buz+Aperol+beyaz şarap+soda+portakal dilimi ve belki de zeytin. İlk içişten sonra her dinlenme anında canınız çekecek, haberiniz olsun...

21.06.2015

bologna

Sanırım benim için yeryüzünde cennetin bir adı var: Bologna. Bir şehir bu kadar mı güzel olabilir?

Öncelikli güzellik kriteri muhteşem yemekleri. Nitekim Bologna İtalya'nın gastronomi merkezi kabul edilmekte. Bu sebeple iki adımda bir karşınıza et çeşitleri, taze makarnalar, dondurma satan dükkanlar ve çeşit çeşit lokantalar çıkıyor. Şahsen abartıldığını düşündüğüm İtalyan mutfağı hakkında sağlam bir tokat atan yerdir Bologna. Ayrıca dünyaca ünlü Bolonese sosun kaynağı da burası fakat adı başka: ragu!

Ben bu şehri aç gezdim. Her oturduğumuz yerde harika yemekler yedim tamam ama her seferinde kalkıp iki dükkan geçince ya aşağıdaki manzarayla karşılaştım ya da dehşet kokular duydum.



İkinci güzellik kriteri şehrin tarihi dokusu. Padova'da altında yürüdüğümüz revaklar burada zirveye ulaşıyor. Söylenen o ki 42 kilometre uzunluğundaymış şehrin revakları, yazın güneşten kışın yağmurdan kaçarak her yere gidebilirmişsiniz. "Kızıl şehir" deniliyor Bologna'ya çünkü kırmızı tuğlalardan yapılmış binaların çoğu ve Ortaçağ Bolognası gayet güzel korunmuş. Şehrin meydanında oturmak (evet internet gene beleş) size birçok esaslı yapıyı gördürebilir: Neptün Çeşmesi, duvarında 2. Dünya Savaşı'nda hayatını kaybetmiş onlarca partizanın resminin olduğu Biblioteca Salaborsa, Palazzo Re Enzo... Burada dışarıdan bitmemiş gibi görünen ve kapısında polislerin beklediği San Petronio Bazilikası'nı ayrıca öneririm. Bir kere içerisinde meridyen çizgisi var ve Hz. Muhammed'i cehennemde işkence görürken gösteren freskolar nedeniyle iki defa El Kaide saldırısına maruz kalmaktan son anda kurtulmuş.

Şehrin bir başka simgesi ise şehrin önemli ailelerinin 800 yıl önce diktiği fallik objeler olan Asinelli ve Garisenda Kuleleri. Bir tanesinin eğimli olması işin ayrı bir güzelliği. Mozart'ın eğitim almak için geldiği dönemde orgunu çaldığı San Domenico Bazilikası da görülmeli.


Bologna'ya  "kızıl şehir" denmesinin tek sebebi binalarının rengi değil. Avrupa'nın en eski üniversitesi burada ve nüfusun yarısı öğrenci. Bu da sağlam bir sol geleneği meydana getiriyor. Şehrin son güzelliği de bu. Özellikle üniversite mahallesine gidince ortam bir anda şenleniyor. Özellikle Guiseppe Verdi Meydanı tam bir öğrenci kantini gibi (bu vesileyle şehrin bu tarafındaki mekanların daha ucuz olduğunu da belirteyim). Benim için medeniyetin göstergesi olan bisiklete binen dişilerden bol bol var bu şehirde. Ve ayrıca aşağıda bir örneği olan grafittilerde duvarları süslüyor.


Yazıyı bitirirken de güzel bir Avusturya şarkısının linkini verelim.






20.06.2015

venedik

 Baştan söyleyeceğimi söyleyeyim: Ben buraya Venedik'i övmeye değil gömmeye geldim! Nitekim şehir her geçen gün biraz daha sulara gömülüyor, daha dün konuyla ilgili bir haber daha çıktı.

 Akılda kalması gereken ilk bilgi: Venedik çok pahalı. İkinci bilgi: mutlaka kaybolacaksınız. Şehirle ilgili tüm planlarınızı bu iki bilgiye göre yapın lütfen.

Zamanında bir adaya kurulup da dünya ticaretine hükmeden, zenginlik içerisinde yaşayan ve kanallar ağının meydana getirdiği bir şehri gezmek gerçekten enteresan ama aynı zamanda da yorucu. Nitekim dar sokaklarda gezerken kısa sürede kayboluyor, çıkışı buldum sanırken aniden bir kanal tarafından yolunuz kesildiği için geri dönemk zorunda kalıyorsunuz. Ya da gitmek istediğiniz yer sizin hiç aklınıza gelmeyecek dar hatta dapdar bir sokağın sonunda yer alabiliyor. Ve bu daracık sokaklar inanılmaz klostrofobik olabiliyor. Tüm bahsettiğim enteresanlıklar da dünyanın dört bir yanından turist gruplarını şehre çekiyor ve dar sokakların dolmasına, mekanların da pahalılığına yol açıyor. Gitmeden önce okumanızı önereceğim iki şey var: birisi bir kitap diğeri de altı ay orada yaşamış olan bir arkadaşımın samimi bir yazısı



Bizim Venedik seyahatimiz son anda belli olduğu için kalacak yer bulamadık, zaten söylenen Venedik'in içinde kalacak yerlerin pahalı olduğuydu. Bu durumda önce herkesin önerisi olan şehin anakarayla bağlantı yeri olan sanayi bölgesi Mestre'ye baktık ama yine yer yoktu. Bu durumda en akla yakın çözüm trenle yarım saat uzaklıkta olan Padova'da kalmaktı. Gidince anladık tüm otellerin dolu olma sebebini: tam gittiğimiz gün 56. Venedik Bienali de başlıyormuş meğer. Burada bir parantez açıp İtalyan trenlerinin çalışma sisteminden bahsedeyim: biletinizi gayet kolay otomatik cihazları kullanarak alabiliyorsunuz, ister nakit ister kredi kartıyla. Trene binmeden yapmanız gereken perondaki cihazlarda biletinizi onaylatmak, fakat benden duymuş olmayın ama trene sekiz kez bindik ve karşılaştığımız kontrolör sayısı sıfırdı...


 Neyse şehre nihayet ulaştık. Benden tavsiye bol bol kaybolacağınız için her görmek istediğiniz yeri göremeyebilir her yapmak istediğinizi yapamayabilirsiniz, planınızı ona göre yapın. Şehrin merkezi San Marco Meydanı. Venedik Cumhuriyeti'ni tüm haşmeti ile hissedebiliyorsunuz. San Marco Bazilikası, müzeler, Dükalık Sarayı, saat kulesi, sütunlar falan derken insanın kendinden geçmesi gayet mümkün ama etraf o kadar kalabalık ki, özellikle Çinliler o kadar selfie çubuğu meraklısı ki insan ağız tadıyla etrafı seyre dalıp hayal kuramıyor. Bu arada meydanda bir çok cafe ve restoran var ama o kadar pahalılar ki önünden geçmeye korkarsınız. Biz aylak aylak dolaşırken bir köşede İlly Cafe ile Sebastiao Salgado'nun ortak projesi olan fotoğraf sergisine denk geldik, daha yeni o müthiş Wim  Wenders belgeselini izlemişken üstelik sergi de beleşken büyük bir zevkle içeri girdik. Eğer tarihleriniz uyarsa mutlaka görün.

Venedik'in pahalılığı ve uyanıklığı burada kendini gösteriyor: Dükalık sarayına girmeye karar verip euroları bayıldınız bilete. Yetti mi? Elbette hayır. Eğer zamanında 4. Haçlı Seferi sırasında Bizans'tan yağmalananları görmek istiyorsanız ayrı bir bilet alıp bir tutam euro daha bayılmak zorundasınız.



"Venedik nasıl bir yerdir?" sorusunun en güzel cevabı San Marco Meydanı'ndan uzaklaşıp kenar mahallelerde gezinmek. O zaman karşınıza havanın sıcaklığı ne olursa olsun yün paltolar giymiş yaşlı teyzeler, çocukların scooterla gezdiği küçük meydanlar, onlarca yıldır muhtemelen aynı çalışanlarla var olan cafeler ve dokununca dökülen binalar çıkacak. Gidip alın kahvenizi/spritzinizi ve bulduğunuz bir dar sokakta merdivenlere oturun. O zaman hayalini kurabilirsiniz işte geçmişin Venedik'inde yaşamanın.


Gondola binmedik, vaporetto'ya bindik (7 euro bilet parası mı olur Allahsızlar, neyse ki trenlerdeki tavsiye burada da geçerli). Vakit kalmayınca plandaki çoğu müzeye gidemedik. Lido, Murano, Burano adaları zaten aklımızda yoktu. Dorsoduro'ya, Akademi'ye falan da gidemedik ama yarım günü Bienal bahçesinde oturup aşağıdaki manzarayı izleyerek geçirdim. Adriyatik'ten gelen rüzgarın taşıdığı deniz kokusu varken neden ara sokaklarda kaybolayım diye düşündüm. Venedik'i pek sevmedim fakat Corto Maltese'nin "Venedik benim sonum olacaktı" demesine saygı duydum.




17.06.2015

padova

 Padova'nın adını çok duymuştum: yaklaşık 800 yıllık üniversitesi, Galileo'ya 18 yıl ev sahipliği yapması, Hırçın Kız'a dekor olması vs... Nitekim şehrin merkezi de adeta o zamanlarda kalmış gibi. Öğle güneşi altında, ortalık sessiz ve tüm dükkanlar kapalıyken dar, taş döşeli ve revaklı sokaklarında kaybolarak dolaşıyoruz ve birden karşımıza tüm haşmetiyle Aziz Antuan Bazilikası çıkıyor. Giriş beleş ve içerisi harika, hatta biraz dikkatli olursanız Donatello'nun eseri heykelleri de görebilirsiniz. Bazilikanın arkasındaki avluda 200 yıllık bir manolya ağacı bulunuyor, eminim ki bugünlerde çiçek açmış ve harika kokuyordur.


Çıktığımızda gün biraz daha ilerlemiş, dükkan sahipleri sieastalarını sonlandırmış. Aheste aheste sokaklada gezinmeye devam ediyoruz: Piazza della Frutta'daki yeme içme tezgahlarına ağzım sulanarak bakıyorum. Artık güneş batmaya yaklaşıp da tüm şehir bisikletleriyle meydanlara akın ederken biz de bir meydandaki merdivenlerde yerimizi alıp dondurmamızı yiyoruz, bu arada şehrin tüm meydanlarında internetin beleş olduğunu da hatırlatayım.

Güneş batıyor, Padova boş sokakları, binaları, meydanlarıyla tam bir Ortaçağ İtalyan şehrine dönüşüyor. Bu büyüyü tek bozan ara sıra yanımızdan geçen bisikletli gençler ve scooterlı çocuklar.

12.06.2015

ljubljana-padova yolu

Slovenya'dan İtalya'ya trenle gitmek için mutlaka aktarma yapmak gerekiyor. Avusturya üzerinden gideni mi istersiniz sınıra kadar gidip arada tramvaya binip bir iki saat de Trieste'yi gezeceğinizi mi, seçim size kalmış.

Biz hiç birini seçmeyip Zagreb'ten yola çıkıp Trieste ve Mestre'ye uğrayıp Padova'ya ulaşan otobüse bindik yaklaşık 4,5 saat sonra Padova'ya varmıştık.

11.06.2015

ljubljana: yiyelim içelim

Her ne kadar eski bir Yugoslav cumhuriyeti olsa da Slovenya'nın yeme içme kültürü çoğunlukla Avusturya Macaristan İmparatorluğu'na bağlı kalmış, bu da bol bol et yemeği ve sebze olarak da lahana ve patates demek. Yine İtalyan esintileri ile pizza ve dondurma da bol. Ama elbette bir Balkan geleneği olarak "pekarna"larda bol çeşitli ve harika hamurişlerini unutmamak lazım.

Ljubljana ile ilgili iki yer önerim var:

1. Geçen sefer imrenerek önünden geçip gittiğim ama bu sefer bir sosisi mideye indirdiğim Klobasarna

2. Slovenya'nın medar-ı iftiharı çeşitli ballar alabileceğiniz Honey House

Ülkede iki bira markası var: Union ve yukarıda görebileceğiniz Lasko.

Son kelamım içme suyuyla ilgili. Burada bizler çeşme suyunu içemediğimizden Avrupa'ya gidince harıl harıl marketlerden su alıyoruz. Halbuki internetten ufak bir araştırmayla hangi şehrin musluk suyunun içilebileceğini öğrenmeniz mümkün. Slovenya ülkenin yeşilliğiyle o kadar övünüyor ki şehir meydanlarına koydukları çeşmelere akan suyun içilebileceğini, hatta içilmesi gerektiğini, dolayısıyla çöpe atılan plastik şişe miktarının azalacağını yazıyorlar.

Nedendir bilinmez ben Ljubljana'ya aşık olmuş durumdayım, bakalım yolum üçüncüye düşebilir mi?

10.06.2015

ljubljana: yeniden

 Belki hatırlayan çıkar, ekim ayında iş için Ljubljana'ya gitmiş ve bu şirin şehri çok sevmiştim. İşsiz kaldığım akşam "madem vaktimiz ve vizemiz var, neden Avrupa'da görmek istediğimiz bir yere gitmiyoruz?" sorusuna cevap ararken AirSerbia'nın buraya gayet ucuza uçtuğunu, kuzey İtalya için de gayet iyi bir başlangıç noktası olacağını görünce bu kez de tatil için hanımla birlikte Slovenya yollarına düştük.

Önce AirSerbia'dan bahsedeyim: Sırbistan'ın bayrak taşıyıcısı havayolu şirketi yaptığı codeshare anlaşmalarla Belgrad Nikola Tesla Havaalanı'nı aktarma noktası olarak kullandırarak Avrupa'nın birçok noktasına uygun fiyata uçma imkanı sağlıyor. Nitekim yer görevlisi İstanbul-Belgrad uçuşu yolcularının sekiz ayrı yere aktarma yapacağını söyledi. Çalışanları da gayet rahat, uçağa binerken kimse pasaport-bilet karşılaştırması yapmadı. Uçuş esnasında bir kumanya dağıtıyorlar, içinde sandviç-kek-su var. Üstüne içecek (ki şarap da var) ve çay kahve servisi de yapılıyor. 

 Ljubljana'ya inince şehre otobüsle ulaşabiliyorsunuz: her yarım saatte bir kalkıyor, kişi başı 4,1 Euro ve şipşirin köylerin içinden geçerek yaklaşık bir saatte şehir merkezinde oluyorsunuz. Aklınızda bulunsun 20'den sonra otobüs seferi yok.

Bahar da pek yakışmıştı şehre, zaten yeşil olan ülke taze bir yeşilliğe bürünmüş her yerde kestane ağaçları çiçeğe durmuştu. İnsanın aylak aylak dolaşması için hava ve zemin uygundu anlayacağınız. Geçen sefer zaman bulup da yapamadığım şeyleri yaptık biz de: sokaklarda gezindik, pazardan çilek alıp yedik, nehir kenarında oturup beleş internet bulduk, Cumhuriyet Meydanı, üniversite bölgesi, Tivoli Parkı, Metelkova derken ben bu şehre geri döndüğüm için mutluydum açıkçası...



26.05.2015

atina: yiyelim içelim

 Bugüne kadar defalarca okuduğunuz ve hatta belki de yaşadığınız şeyleri özet geçiyorum: evet servis çok yavaş, evet yemekler çok benziyor, evet porsiyonlar çok büyük ve evet yemekler çok lezzetli.

Bu durumda size gidip beğendiğim yerlerden bir çeşit yapıyorum ortaya:

Monastraki Meydanı'nda yer alan Thanassis: bulunduğu sokak zaten envai çeşit kebapçılarla dolu. Burada da öğle vakti yer bulabilirseniz bir köşeye çöküp yarım porsiyon kebabınızı söylüyorsunuz. En güzel yanı yanında bira içebilmek.

Gazi'ye giderken şans eseri bahçesini görüp bir bakalım diye oturup saatlerce yediğimiz Piroliki: çok sevecen bir sahibi, güzel şarapları ve her masada yumulunan salyangozları var. Nitekim üstteki fotoğraf buradan.

Akşam canlı müzik de olan Psiri'deki şaraphane Oinopoleio: Yemek güzel tamam da esas hikaye kendi şaraplarından sürahi sürahi içebilmek.

Exarchia'nın esnaf lokantası Kimatothrafstis: Hipster gençlerin işlettiği enteresan bir yer. Sistem basit: küçük tabak alırsan tezgahtaki et yemeklerinden bir büyük tabak alırsan iki tane koyup üzerine de istediğin salata ve sebzelerden sınırsız ekliyorlar. Şişelere doldurulmuş musluk suyu beleş, ekmek sınırsız. Buzdolabından da biranı alıp kasada ödüyorsun. Mekan küçük, hipster turist bol. Orada yediğim çörekotlu kişnişli pilav aklıma geldi de acıktım gene...

Sokakta satılan hamurişleri: idare ederler. Bizim gibi kahvenizin yanında parkta güzel bir kahvaltı imkanı sunuyorlar.

Yaşlı amcaların doluştuğu kafeler: bu amcaların saatlerce bir frappe içip boş boş etrafa bakmalarına hayranım. Ha frappe dediğin şey saçma ama sırf ayak uydurmak için içilir. Tabii buralarda bira vev şarap da içebilmek ayrı bir güzellik.

Denk düşüremediğimiz iki yer: birincisi bir türlü açık yakalayamadığımız souvlakici meşhur Kostas ikincisi de yine denk gelemediğimiz et pazarındaki lokantalar. Okuyup da giden olursa bizim için de yesin.


Ada maceraları esnasında bol bol uzo içtiğimden ve de ayıptır söylemesi çok daha güzelini evde yaptığımdan şaraba verdik kendimizi. Eh soğuk bir Mythos'a da hayır demem beklenemezdi.

25.05.2015

atina


 Yıllar önce bir yerlerde Avrupa Birliği'ne girme çabasında bulunan Yunanistan'ı betimleyen karikatürün Türkiye ile aynı masada oturup da Batılı centilmenlerin (!) masasına yanaşan bir Doğulu olduğunu okumuştum/dinlemiştim. Tabii 1981'de Yunanistan'ın AB üyeliği, Türkiye'de darbe vs derken iş çok değişti. Hah işte o değişen şeyleri görmek için Atina'ya gidin.

Uçakla giderseniz Eleftherios Venizelos Havalimanı'na iniyorsunuz. Şehre ulaşmanın en mantıklı yolu 2 numaralı metro hattını kullanmak. Yarım saatte bir kalkıyor ve şehir merkezine ulaşmak bir saat sürüyor. Metro bileti 8 euro ama iki kişi olursanız 14 euro. Bu arada ortalıkta görevli falan yok, bileti alınca makineye okutmanız gerekiyor ama biz denetlemeye denk gelmedik. Kısacası risk sizin.

Şehir tanıdık, eski tamam ama en azından geçmişini korumayı bilen/seven insanlardan oluşuyor. Karşınıza antik dönem yapılarının çıkması sıradan hadiseler. Kafanızı kaldırıp şehrin simgesi Parthenon'u görmek de bir keyif. Bununla beraber eski binalar aynen korunmuş, krizden çıkmak için bir inşaat çılgınlığına girişilmemiş. Küçüklüğünden beri yaz tatillerini Ege kıyılarında antik kent gezerek gezmiş birisi olarak ne yalan söyleyeyim kalıntılar pek ilgimi çekmiyor. Ama yine de Akropol'e çıktık, Çinli turist gruplarının selfie çubukları arasında zarar görmeden yürümeye çalıştık, her yeri gelincikler sarmışken manzaranın tadını çıkardık. Girişte aldığınız biletle şehirdeki birçok ören yerini görmek mümkün-biz sadece Zeus Tapınağı'nı gördük. Müze olarak da bir tek Akropol Müzesi'ni gördük: malzemeleri dünyanın çeşitli müzelerini şenlendirdiğinden kalanlarla ancak bu kadar açılabilmiş. Ha bu arada Atina'ya gelmişken Akropol'e çıkılır mı çıkılmaz mı tartışması yapmayın, misal şurada çıkmamış bir abimiz var.



 Yazımıza bir klişeyle devam edelim: evet Yunanlar yaşamayı biliyor. gecenin bir vakti eğleniyorlar, meydanları dolduruyorlar (evet bol bol meydanları var), yaşlılar saatlerce oturup frappelerini içip sohbet ediyor, gençleri duvarlara grafiti yapıyor falan. Aslında sırf bunu görüp imrenmemek elde değil.


Monastraki her daim hareketli bir mahalle. Orada olduğumuz dört gün boyunca meydanda aynı Afrikalı kardeşlerimiz aynı davullarıyla aynı melodiyi çalıp durdular. Eminönü stayla Çin malı satan bir bit pazarı, bol bol kafeler, restoranlar mevcut. Ama kalabalığı bazen yorucu olabiliyor. Akropol'e çıkmak için ulaşılan mahalle ise Plaka. Eli yüzü düzgün, fiyatları birazcık yüksek tavernalara sahip turistik bir mekanımız. Kolonaki zengin muhiti iken Omonia ve özellikle Exarchia anarşistlerin/komünistlerin kalesi. Velhasıl mutlaka gidilmeli, grafitilerini seyretmeli, parkında oturup gelip geçene bakılmalı. Semt ile ilgili bir bilgi vermesi açısından bizden kısa bir süre önce olan hadisenin haberini okuyabilirsiniz. Psiri de Monastraki'ye yakın, gündüz sokakları bomboşken özellikle saat 22'den sonra kendinden geçen bir bölge. Son dönemde gelişim gösteren mahalle ise Gazi. Eskinin endüstriyel bölgesi şimdinin bol gürültülü clublarına evsahipliği yapıyor.

Yunanistan'daki olaylar Türkiye'de ilgiyle takip edilirken her gün protestoların yapıldığı Syntagma Meydanı'ndan sürekli canlı yayınlar yapılırdı. Biz de "madem memleketimizde 1 Mayıs kutlanamıyor neden insan gibi Syntagma Meydanı'nda kutlamıyoruz" diyerek sabah vardık meydana. Kim olduğunu çözemediğimiz küçük bir grup ellerinde kırmızı bayraklarla toplanmıştı, polisler de bir köşede aralarında sohbet etmekte.Bu arada meşhur turistik aktivite asker değişim töreni de gerçekleşiyordu. Ortam bizi açmayınca hemen yandaki Ulusal Bahçeler'e geçip bir ağaç altında turunç çiçeklerinin kokusuyla güvercinleri besledik.

25.04.2015

işsizliğin ilk saatlerini aşarken

Gayet saçma ve yorucu bir sürecin sonucunda işler netleşmişken ilk hissettiğim rahatlamaydı. Son iki yılda mutsuz olduğum, kilo aldığım, sağlığımın kötüye gittiği bir süreç aniden bitmiş oldu. İlk yaptığım şey "Mayıs başında ucuz nereye uçak bileti var?" sorusunda yanıt aramak oldu. Cevap: Ljubljana gidiş Bologna dönüş.

Ağustos ayında celallenip istifa ettiğimde beni en çok korkutan şey şirketin sağladığı imkanları (araba, telefon, özel sigorta vs) nasıl yerine koyacağım olmuştu. Şimdi bakıyorum da zaten bana ait olmayan şeyler için neden üzülüyormuşum ki?

Topu topu 72 saattir işsizim. Bol bol yürüdüm, hanımla beleş basın gösterimine gittim -ki The Salt of the Earth'ü şiddetle öneririm, toplu taşımayı kullanmaya başladım, daha fazla kitap okudum falan filan. Ama daha önemlisi evimden binlerce kilometre uzakta bir müşterinin (!) doğumgünü için debelenmek yerine rahmetli babamın anısına çekirdek aile olarak kadeh kaldırıyorum.

22.04.2015

işsizliğe adım

Te ne zamandır işimde mutsuz olduğumu, bırakıp da yollara düşesim geldiğini falan yazardım da pek de kılımı kıpırdatamazdım. Neyse, bugün kapının önüne kondum, sektöre de elveda dedim. Başlangıcı da bir Ljublijana gidiş Bologna dönüş biletiyle taçlandırdım.

Artık takım elbise yok, bir süre sakal uzatabileceğim. Sonrası kısmet...

22.03.2015

estetik üzerine


Şimdi yukarıdai resme dikkatle bakın. Sağdaki Bodrum'da yapılan bir peksimet. Poşeti, üzerindeki yazılar, ürünün içeriği tam bir sefalet. Soldaki ise hemen yarım saat mesafedeki Kos'ta yapılan peksimet. Etiketi, poşetiü, içeriği ne kadar da farklı. Bu iki peksimet arasındaki fark şüphesiz ki iki millet, iki uygarlık arasındaki farktır.

Dünya üzerindeki insanları ikiye ayırabiliriz: estetik duygusu olanlar ve olmayanlar. Ne acı ki biz estetik duygusu olmayan insanlarla dolu bir yerde yaşıyoruz.

24.02.2015

evinize kimin yerleşmesini isterdiniz?

Bundan herhalde yirmi yıl sonra -belki de daha kısa- geriye baktığımızda bu yaşadığımız günlerin bile güzel olduğunu düşüneceğiz muhtemelen. Çünkü ya yaşadığımız topraklar Pakistan gibi aşırı dinci, baskıcı ve teröre destek verdiği için "drone"lar tarafından bombalanan; yaşamanın zul olduğu bir Sünni İslam devletine dönüşümünü tamamlamış olacak ya da eski Yugoslavya'da olduğu gibi bir sabah kalktığımızda komşumuzun kanımızı dökmek için kapımıza dayandığı bir mezarlık olacak. Hangisi olacağını bilemem, hangisinde hayatta (daha doğrusu daha uzun süre hayatta) kalacağım hakkında zerre tahminde de bulunamam.

Bu noktada tek yapabileceğim proaktif davranmak. Mesela akıbetini bilemeyeceğim bir çocuğun doğumuna önayak olmamak; ülkede taşınamaz bir mülk, yatırım vs gibi işe girmemek; olabildiğince kök salmamak; evde kedi bile beslememek ilk aklıma gelenler. Arada Yeni Zelanda filan gibi ülkelerin göçmenlik şartlarına bakıyorum ama bir yandan da dördüncü sınıf vatandaş olmak bu saatten sonra zor geliyor; ha "ileride bir göçmen kampında yaşamak daha mı kolay gelecek?" diye sorarsanız da verecek cevabım yok. Bu hafta ecnebi bir firmadan haber bekliyorum bir de, bakarsınız olur ve dışarıda bir yerlere kapağı atma şansım olur.

O zaman yazımı bir okuma bir de dinleme önerisiyle kapatayım:

Kitap için

Müzik için

3.02.2015

yaşlılık üzerine

Gençken pek de yaşlılık üzerine düşünmüyorsunuz, anca bir şekilde karşınıza çıkması gerekiyor. Yakınlarınızın yaşlılığını ise kabullenmek de pek zor oluyor. Mesela babamın yaşlandığını ilk farkettiğimde şimdi yerinde bir otopark olan çocuk binasının önünden cerrahi monobloğa çıkıyorduk. Normalde hiç olmayacak şekilde babamın merdivenlerde geride kaldığını fark ettim, nefes nefeseydi. Sonra da yaşlılığın yerini hastalık aldı ve her şey çok hızlı bir şekilde gelişti.

Anneminse yaşlandığını daha yakından takip edebiliyorum. Bir kere 60 sınırını geçti, davranışları değişiyor, yaşlılara özgü sağlık problemleri gelişiyor ve daha da önemlisi yüzü yaşlılık lekeleriyle doldu. Ben de onu her gördüğümde ileride ne olacağını düşünmemeye çalışıyorum. Keşke hep böyle kalsa diyorum. Yılda üç beş kere bir araya gelebiliyoruz; kiminde bir iki gün sürüyor kiminde bir iki hafta. Ama her seferinde ayrılırken "acaba bu son mu?" sorusu da aklıma gelmiyor değil. Hayatımda kalan üç kişiden birisi sonuçta...

Bu arada ben de yaşlanıyorum değil mi? Neyse, o meseleyi konuşmamıza daha var.