23.11.2025

new york seyahatnamesi

  

Schengen saçmalığı sağ olsun, görmek istediğimiz yerlere gidebilmek için bir aşağılanma sürecinden geçmek gerektiğinden biz de vizesiz gidilebilecek yerlerde ikinci tura başladık biraz da mecburiyetten. Önce Tayland sonra Bangkok derken nihayet Japonya denilen gezegene ayak basabildik de seyahat planlama perilerine oyalanacak bir şeyler verebildik. Bir yandan da Yeşimle ilişkimizin başlamasından beri tek başıma tatile gitmişliğim yok-kendisiyle tanıştıktan bir ay sonra gittiğim ve erken döndüğüm Myanmar seyahatini saymazsak.

 İşte tüm bu şartlar altında, bu yaz iki tadilat arası ve bir anjiyo sonrası  terasta hem içip hem konuşurken, konu döndü dolaştı ve benim bir haftalığına New York’a gitme kararı almamda sonlandı. Sevgili eşime bu konudaki desteği için bir kez daha teşekkür ederim. Bir de üstüne üstlük kendisinin çok beğenmiş olduğu Enis Batur’un “Amerika Büyük Bir Şaka, Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz? New York Seyahati” kitabını okumam için verdi.

 Enis Batur 1998 yılında, tam da benim yaşımdayken eşiyle bir New York seyahati yapıyor ve notlarını kitap haline getiriyor. Ne yalan söyleyeyim Enis Batur’un tarih dergisindeki yazıları dışında yabancısıydım ve okuduğum ilk kitabındaki üslubunu sevdim. Bir yandan da şehirle ilgili görüşlerimizin bu kadar popüler olmasına şaşırdım.

 

Şimdi gelelim tarihimin ikinci New York seferine...Dokuz sene önce olduğu gibi çok kör bir saatte Penn Station’a iniyorum, o karanlıkta gökdelenler insanın üstüne eğilmiş ve yine ürkütüyor. Bu sefer kaldığım yer Times Meydanı’na yakın olduğu için ABD’nin hiç sevmediğim yanı çok erken hatırlatıyor kendisini: sosyal devlet noksanlığı. Evsizler, mental rahatsızlığı olanlar gibi aslında imkanları kullanma tercihlerindeki basit değişikliklerle güvenli bir yaşama yerine sahip olacaklar kaldırımlarda bir hayat sürüyor. O filmlerden alışık olduğumuz duman çıkartan logar kapakları ve havalandırmalar da yerinde. Sokaklar da aynı pislikleriyle duruyor. Toplu taşıma desen zaten rahmeti olalı çok olmuş. Sanki her şey daha da kötüye gitmiş dokuz yılda ya da Tokyo’yu yeni görmüş olduğum için her şey gözüme daha fazla batıyor. En büyük fark ise artık legal olduğu için kullanımı rutinleşen esrarın kokusu. Bavulumu bırakıp kahve içecek yer ararken yine aynı soruyu soruyorum kendime: bu kaotik şehirde ne arıyorum ben?

 İlk şoku atlatıp kendime gelince şehre bıraktığım yerden başlamanın iyi olacağını düşünüp geçen gelişimizde her sabah kahvaltımızı yaptığımız ve çok sevdiğimiz Maddison Square Park’a düşürüyorum yolumu. Flatiron’ı bir fileyle gizlemişler, sincaplar hala kalabalık bir nüfusa sahipler. O kenardaki havuz ve içindeki nilüferler var mıydı hatırlayamadım ama...

 Geçtiğimiz sefer Met, MoMa ve Frick’i beleş olmasının da verdiği rahatlıkla günlerce sömürdüğümüz için müze mesaisine pek zaman ayırmadım; sadece -beleş olmasının da etkisiyle- Amerikan Kızılderilileri Müzesi ve Whitney vardı ajandamda. Geri kalan sürede daha önce görmediğim/az gördüğüm mahalleleri gezmeye ayırdım vaktimi: East Village, Bushwick, Harlem, Upper East Side, Chelsea, West Village, Chinatown ve hatta Staten Island... Bunları da tıpkı Enis Batur gibi tabana kuvvet gezdim-ondan farkım dönüşü taksiyle değil metro veya feribotla yapmamdı.

 

Geçen sefer yemekler genel olarak tuzlu ve yağlı gelmişti, maşallah o konuda bir değişiklik yok. İlginç bir şekilde bagel çok daha fazla tercihim oluyor, güzel bir şeymiş bu. Japon yemeklerini henüz yeni kaynağında yediğimden Kore ve Çin’den yana yapıyorum tercihimi. Nihayet Etiyopya yemeği de deneyebiliyorum. Ama en güzeli çeşit çeşit bira denemek oluyor, hatta son gecemi otelin yanındaki barda bira içip Amerikan futbolu izleyerek geçiriyorum. Ne kadar güzel bir veda şekli...

 Gitmeden önce New York’un klasik müzik ajandasında neler var diye bakarken tıpkı İstanbul’da olduğu gibi orada da bir adet Avusturya Kültür Ofis’i olduğunu ve ara ara bedava konserler düzenlediklerini görüyorum ve şansa bakın gibi geldiğimin ertesi günü bir konser var. Elbette kayıt yaptırıyorum. Konser şansıma çok güzel, sahnede bir Stradivarius çello var. Burada İstanbul’dan farklı olarak şarabı konserden sonra veriyorlar ve bizdeki dandiklerin aksine leziz bir Avusturya şarabı içme şansı buluyorum. Şans eseri görüp izlediğim iki Juilliard konserini de ekleyince çok verimli bir hafta oluyor.

 İşin özü tek başına New York’a gitmek iyi geliyor ama “on beş yıldır bunun eksiğini çekiyormuşum” aydınlanması da olmadı. Çünkü şanslıyım ki Yeşimle iyi bir ekip oluyoruz seyahatlerde, ayrıca ayrı ayrı gezdiğimiz günler de oluyor gittiğimiz yerlerde. Dolayısıyla ben iki kişilik bilet bakmaya devam edeyim...

 

 

13.06.2025

tavan-3

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis

Işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden

Bende bu Angina Pektoris


Ne ateryosklerozum var ne nikotinim. Bu ülkede geçen günleri hapis olarak saymak mümkün düşük etkilisinden. Gel gör ki şiirde geçtiği gibi kalbim Çin'de Sarınehre akmıyor, anca Tokyo'daki onigirilerdedir. Yunanistan'da kurşuna da dizilmiyor; bizimkiler vergi vermemek için Müslümanlığı seçmemiş olsa ve o dağ köyünde kalmış olsalar neler değişirdi acaba diye merak ediyor sadece. Çamlıca'da harap konakta desen değil, halka verilmek istenen bir elma hiç değil...

Neyse ki tıp ilerlerdi, göreceğiz bakalım derdi neymiş.


6.06.2025

automatic for the people

Guardian sağolsun 16 REM albümünü sıralamış ve hiç bir sürprize yer vermeden Automatic For The People'ı en iyisi ilan etmiş. Bizim kuşak için REM'i meşhur eden Losing My Religion olsa da bu albümdeki her bir parça ayrı bir cevherdir. Uzun süre walkmanimin baş tacı, depresif ergenliğimin sidikli kontesiydi. OK Computer öncesi jiletimizi bu albümle atıyorduk hamdolsun...

Sonra yıllar yıllar geçti, bir gün pisuvar komşum oldu Michael Stipe; yan yana hacet giderirken sorsa mıydım acaba "Hacı, albümü Drive ile açmak kimin fikriydi?" diye?

27.04.2025

hanami ve perfect days

Hayatımda para karşılığı yaptığım hiçbir işi Perfect Days'in kahramanı Hirayama'nın yaptığı gibi şevkle yapmadım. Ama bu bana ödenen paranın hakkını vermediğim anlamına da gelmez; hep bir profesyonellik ilişkisi... Bu sebeple filmle ilgili şu yazıya hak vermiyor değilim. Bununla birlikte rutinlere bağlı olmak, basit şeylerden zevk almak, büyükçene bir ağacın rüzgarda hafifçe sallanan yapraklarının arasından düşen güneş ışıklarını seyre dalmak sevdiğim faaliyetlerden. Bir de tıpkı onun gibi minimum eşyayla yaşama hayalim var fakat bir yıldır evden ne kadar eşya atarsak atalım sanki hiçbir şey atılmamış gibi tıkış tıkış ev...

Japonların büyük önem verdiği hanami zamanının güzelliğini gerçekten de görmeden anlayamazmış insan. Normal bir mevsimde gidince "ağaç" diye yanından geçeceğiniz o sakuraların hep beraber beyazlı pembeli açışı bir mucizeymiş. Hele uzak bir ülkeden gelip de buna şahit olmak büyük bir şansmış. Japonya dünya gözüyle gördüğüm 34. ülke oldu ama hepsinden de farklı olduğu kesin. Hiçbir şeyi ve kimseyi mükemmelmiş gibi kabul etmemek lazım, nitekim bu durum Japonizm için de geçerli. Tam da gitmeden önce denk geldiğim şu yazı da iyi bir hazırlık oldu benim için.





Sadece sakura çiçeğine bakmak, sadece çay seremonisini izlemek ya da moda deyimle "anda olmak"... Hiç yapamıyorum bunu. Gece düşüncelerimle baş başa kalmamak için genç yaşta başladığım televizyon karşısında uyuma alışkanlığını yeni yeni bırakabildim misal. Belki de o sebeple Hirayama gibi çok basit şeylere gönül indirip mutlu mesut yaşayamıyorum, kendime gereksiz sıkıntılar yaratıp yılda bir mide kanaması geçirip hastane kapılarını aşındırıyorum. Belki de yapmak gereken başını eğip yürümek, güzel bir rögar kapağı görürsek ne mutlu...


Döndüğümden beri garip fikirler kurcalıyordu aklımı, ne zamandır uğramadığım buraya bir şeyler karalayasım vardı, sonra bir sabah kahve yapmak üzereyken kısa süreliğine sallandık. Bir sürü şey geçti o saniyelerde aklımdan ve çok daha fazlası da sonraki günlerde. Japonya'nın çağrıştırdığı şeyler gidip Türkiye gerçekleri doldu zihnime. Bari bunları yazayım dedim fırsat varken, bakarsınız belki de düşmez yolumuz buraya...