23.04.2013

tatar çölü ya da bastiani kalesi'nden ayrıldığını sanmak

"...Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı."

Eski iş yerimde artık kalmak istemediğimi anladığımda bir yandan da zaten bu zamana kadar kalarak çok vakit kaybedip kaybetmediğim de aklımı kurcalamaya başlamıştı. Ömrümün güzel vakitlerini orada konfor alanımdan ayrılmak istemediğim, bir odam olduğu, insanları tanıyıp kendimi de sevdirdiğim için mi tüketip gidiyordum? Şansın da yardımıyla hızlı bir şekilde bağımı koparıp daha büyük bir firmada daha alt bir kademeden organizasyon şemasına dahil olup kendimi ispatlama sıkıntıları yaşıyorum bir haftadır. Kendi Bastiani Kale'mde önce "işi öğrenirim, bunun için de 2 sene yeterli" demiştim. Sonra müdürüm gidince "yenisi gelir, bir 6 ay onunla çalışıp tecrübe kazanırım, sonra da giderim", yeni müdür değil de yeni genel müdür gelip "gel seni müdür yapalım ama bunun için 2 sene lazım hem müdürlük yap hem de şimdiki işlerini" diyince de önce 2 sene sonra da "biraz daha zamanın var, sene sonu müdürsün" sözü üzerine bir sene daha bekledim. Ama o beklemeler nedense hiç kesilmedi, benim de Giovanni Drogo'dan farkım kalmadı. Neyse ki o girdaptan çıkacak gücü buldum kendimde, yoksa oradan emekli bile olurdum herhalde. Velakin yeni yerin de bir Bastiani Kalesi'ne dönmeyeceğinin garantisi yok. Eskiden sahil yolundan gidince İstinye Bayırı'na sapıyordum şimdi düz gidiyorum, bu da bir umut aşılıyor her sabah. Peki ne zamana kadar?

Not: Kitabı pederin kütüphanesinden aşırdığım Can Yayınları baskısından okudum. Her kitabın arkasında okuduğu yılı yazardı kurşunkalemle. Bundaki tarih 1996. Kitaptan altını çizdiği tek cümle ise yukarıda yer alan. Halbuki o cümlenin hemen öncesinde "...ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde, evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir." demekte Buzzati. Yaşıyor olsa iki gün sonra 60 olacaktı babam. Onu en çok böyle büyük kararlar alma dönemlerinde özlüyorum. Şimdiden doğum günün kutlu olsun.

17.04.2013

sıkıcı bir karakter olarak zagor





Her Türk erkeği gibi ben de çizgi romanla büyüdüm. Rahmetli sağolsun iyi bir koleksiyon yapmıştı, onun edindiği Teks, Teksas, Tommiks, Redkitlere ben de zamanla Kızıl Maske ve Asterikslerle bir katkıda bulundum. Fakat evde toz yapan her nesneye düşman olan annemin kulisleri sonrası o koleksiyon dağılıp gitti. O dönemde yanılmıyorsam çizgi roman bulmak da zorlaştı diye hatırlıyorum, Tay yayınları kapandı gibi bir anı var aklımda. Bu arada Amerikan süper kahramanları değil de daha çok Avrupa-özellikle de İtalyan- ekolünden daha insani kahramanları okumayı sevdiğimi de belirteyim.

Neyse el para tutmaya başlayınca tekrar çizgi romanlar düştü akla ama bulması kolay değildi ya da bende o eski heyecan yoktu. Bu arada Asteriks'in tüm serisi kütüphanedeki yerini aldı, Corto Maltese ile tanışıldı, eski dost Teks ile tekrar buluşuldu vs. Esas dönüm noktası bir arkadaşın işi nedeniyle eline geçen ve atmayı düşündüğü Mister No'ları bana vermesiyle yaşandı. Jerry Drake'ten ileride bahsederiz zira Bonelli'nin en başarılı karakteri bence. Aynı arkadaş Mister No'lara ek olarak Büyülü Rüzgar, Martin Mystere ve Zagorları da ekledi bana gelen paketlere. Ben de Zagor okuyarak başladım yeni karakterlere ama açıkçası çok sıkıldım Baltalı İlah'tan.

Bir kere almış bütün Darkwood'un dertlerini omzuna. Çiko ile bataklıkta yaşıyorlar sıfır eğlence var hayatlarında. Her yere tabanbay gidiyorlar, alkol yok kadın yok. Çiko'nun tek derdi yemek yemek ve Zagor sürekli aşağılıyor onu "fıçı" diyerek. Ama esas konular sıkıcı, sürekli askerler-kıılderililer arası gerginlik var, el kadar ormana uzaylı da geliyor çılgın profesör de. Karakterlerin de analizi pek yapılmıyor, yüzeyel geçiliyor. Halbuki Mister No öyle mi? İçiyor, kızlarla eğleniyor, para için derde bulaşıyor, "Esse Esse" gibi bir kankası var. Ve karakter analizleri çok iyi: örneğin Jerry'nin Manaus'tan kaçıp New York'a kadar sürüklendiği maceralar silsilesi adeta bir dizi gibi akıp gidiyor.

Neyse elimde 3-5 macera kaldı, bitirip diğerlerine geçeyim. Umarım Martin Mystere ve Büyülü Rüzgar sıkıcı çıkmaz.

16.04.2013

bekarlığa veda

Geçen hafta itibariyle masamı boşalttım ve yeni bir maceraya yelken açtım. Bu arada hanımın Londra seferini de fırsat bilerek yeni iş yerine bu hafta başlayabileceğimi de belirttim. Evde yayılır, sahilde yürür, yazar çizerim, balkondaki bitkilerle uğraşırım diye düşünüyordum ki maşallah hiçbir şey yapmadan geçti gitti sanki bu bir hafta. Cart diye geri dönen kışın da sağolsun kazığını yemiş oldum.

Bu arada evde yalnızken günler nasıl geçiyordu diye düşünüp aynı alışkanlıkları yaşatmaya çalıştım: dışarıdan leş yemekler söyledim, etrafı dağıttım, saçma sapan şeyler seyrettim.

Ne çabuk geçti yahu bir hafta? Yarın son tatil günüm, bari biraz evi toplayayım da fırçadan kurtulayım.

14.04.2013

roket

Roket Lao'nun ilk uluslararası filmi, tabi bir Avustralya eli de almış. Senaryo çok derin değil, görüntüler güzel, oyunculuklar sırıtmıyor, başroldeki çocuk(lar) tatlı. Ortaları biraz baysa da izlediğim için memnunum, Lao'yu hatırlattığı için de...

Konu ilginç: Lao'nun kuzey bölgesindeki bir köy yapılan baraj nedeniyle sular altında kalacaktır ve boşaltılır. Kahramanımız da ailesiyle beraber yollara düşer bu nedenle. Film de onun gözünden yaşananlar nitekim. Daha ağır olabilecek bir konu belki de çocuk gözünden anlatıldığı için eğlenceli geçiyor ve mutlu sonla bitiyor.

Film sayesinde Lao yakın tarihi ilgilendiren birçok konuya da değiniliyor: Mekong üzerine yapılan barajlar, Amerikan bombardımanından kalan patlamamış bombalar, CIA destekli kurulan gizli ordular ve çocuk savaşçılar, animizm, Lao'nun güzel doğası ve insanları...

Bu sene de film festivalini pas geçmemiş oldum, entelliğime entellik kattım.Filmin trailerı için tıklayın.