Tam bir 2. Dünya Savaşı ilgilisi olmama ve yakın tarihi karışık yerleri görmek konusunda garip bir takıntım olmasına rağmen nedense Berlin hiç ilgimi çeken bir yer olmadı. Geçen sene baldızın kafayı kırıp üç aylığına şehre yerleşmesinden sonra da bir anda gündemimize girince ve hazır vize de olunca bayram tatilini fırsat bilip gidip göreyim dedim ne menem bir yermiş.
Şehrin toplu taşıma sistemi gayet başarılı, Tegel'e indikten sonra çıkışta Visit Berlin kartlarımızı alıyoruz ve kaldığımız semt olan Charlottenburg'a en yakın yerde indirecek otobüse atlıyoruz. Otobüs ve raylı sistemde (S ve U Bahn) biletinizi otomatlara okutmak tamamen sizin insiyatifinizde fakat yakalınrsanız cezası büyük.
Charlottenburg dediğimiz yer Batı Berlin'in en zengin semtiymiş zamanında. Zaten Berlin meşhur duvarla ikiye bölündüğünden iki ayrı şehir oluşmuş, Rus işgali sonrası dümdüz olan şehir yeniden inşa edilirken de enteresan bir hale dönüşmüş. Birleşme sonrası da ortaya günümüz Berlin'i çıkmış. Nitekim şehirde hala hummalı bir inşaat çalışması mevcut.
İlk gün sonbaharın muhteşem bir hale bürüdüğü Tiergarden'in içinden geçip 17 Haziran Caddesi üzerinden Brandenburg Kapısı'na ulaşıyoruz. Nitekim artık doğudayız. Under den Linden'i geçip önce Babelplatz sonra Gendarmenmark'a uğruyoruz. Öğleden sonra Müzeler Adası'na varmış durumdayız. Alexanderplatz ve çevresi derken akşam yemeğini Hackescher Markt'ta yiyoruz ve yorgun argın odaya dönüyoruz. Metro ile dönüş bile 45 dakika sürüyor, o kadar uzağa gitmişiz...
Ertesi gün rotayı Alexanderplatz'tan başlatıp Doğu Berlin'in azametli caddesi Karl Marx Strasse'de yürüyoruz. Geniş yollar, geniş kaldırımlar, büyük Sovyetik binalar... 25 yıl boyunca bir şehrin bir duvarla ayrılmasını ve sizin tarafınızın da hangisi olduğunun şansa bağlı olmasını bir türlü tahayyül edemiyorum. Berlin Duvarı'nın en geniş şekilde görülebileceği ve grafitilerin olduğu East Side Gallery'de o izolasyon hissini gayet yoğun yaşıyorum. Yine Spree Nehri'ni geçip bir zamanlar Batı'nın fakir semti, şimdinin meşhur Kreuzberg'inin kaldırımsız ve kaotik sokaklarında gezerken "zaten Türkiye'den bıkmışız Berlin'deki küçüğünde işimiz olmaz" diyerek tüyüyoruz.
Berlin'in bir başka harika yönü müzeleri. DDR Museum bugüne kadar gördüğüm en güzel müzelerden. Doğu Almanya günlük yaşamı hakkında yaşayan bir mekan adeta. Meşhur Trebant'ın şöför koltuğuna oturabiliyor, dolapları açıp elbiselere dokunabiliyor, kahve poşetlerine elinizi daldırabiliyorsunuz. Radyo ve televizyon yayınları, Stasi sorgu odaları, ders kitapları Doğu Almanlar nasıl yaşıyordu sorusunun cevabını veriyor. Alman Tarih Müzesi ise Charlemange'dan başlayarak günümüze kadarki Almanya'nın tarihi ve kültürü hakkında bir geçit töreni. Benim şansıma 1. Dünya Savaşı'nın 100. yıl dönümü sebebiyle hazırlanan şu geçici sergi de vardı. Müze Adası ise adı üzerinde bir müze cenneti. Ben vakit darlığından sadece Pergamonmuseum'a gidebildim ve ne yazık ki meşhur Bergama Sunağı'nın olduğu kısmın 2018'e kadar tadilatta olduğu gerçeğiyle karşılaştım. Gel gör ki İştar Kapısı ve Milet Pazar Kapısı ile teselli buldum. Son gidilen müze ise Yahudi Müzesiydi. Mimarisi ilginç, Nazi dönemi bölümü iç burkucu olsa da Yahudi kültürüne pek ilgim olmadığından genel sergiyi pas geçtim.
Berlin gerçekten enteresan bir şehirmiş, günler kısa olduğundan eksik kalan mahalleri olduğundan bir fırsat daha bulursam giderim herhalde. Şehrin tek kötü yanıysa bir türlü beleş internet bulunamayışı.
Berlin'de ne yiyelim ve ne içelim yazısıyla görüşmek üzere...
2 yorum:
Hadi bi de çıkın gelin bize yaaa, bak valla burası Berlin'in negatifi gibi, çok şaşıracaksınız.
tamam ne zaman gelelim?
Yorum Gönder