24.07.2015
15.07.2015
madrid: yiyelim içelim
Madridliler eğlenmeyi bildikleri kadar yemek yemeyi de biliyorlar. Bizim yemek yediğimiz saatlerde onlar tapas ile atıştırmaya başlayıp uyumaya gittiğimiz saatlerde de yemek yiyorlar. Tapas, herkesin malumu içkinin yanında atıştırmalık tabak. Elbette o tabağın içeriğini porsiyon olarak da almak mümkün.
İşin enteresan tarafı Madrid her ne kadar ülkenin tam ortasında olsa da envai çeşit deniz ürününün yenilebileceği bir yer-misal fotoğraftaki pulpo a la gallega gibi. Bunun yanında sardalyeler, deniz kabukluları, et ürünleri, kızarmış yeşil biberler derken denemeye fırsat bulamayıp aklımızın kaldığı birçok tapas oldu.
İspanya'nın şaraplarının yanında bir de bira sevdası var. İşin güzel yanı birayı 20'lik olarak da içebilmeniz. Ayrıca vermut, mojito ve benim için en önemlisi cin tonik modası var barlarda. Fiyatların uygunluğundan hiç bahsetmeyeyim en iyisi.
O zaman işsizlik sürecinde Atina'dan başlayıp Madrid'te sonlanan "Aylaklığın 20 Güzel Günü" isimli süreci Madrid'ten tavsiyelerle bitireyim:
Fotoğraftaki Galiçya usuli ahtapotun mideye indirildiği Taberna La Solea, bit pazarının ortasında yer alan ve işi kızarmış sardalye olan Bar Santurce ve tüm bir sokağın muhteşem tapas barlarla dolu olduğu Calle Cava Baja
İşin enteresan tarafı Madrid her ne kadar ülkenin tam ortasında olsa da envai çeşit deniz ürününün yenilebileceği bir yer-misal fotoğraftaki pulpo a la gallega gibi. Bunun yanında sardalyeler, deniz kabukluları, et ürünleri, kızarmış yeşil biberler derken denemeye fırsat bulamayıp aklımızın kaldığı birçok tapas oldu.
İspanya'nın şaraplarının yanında bir de bira sevdası var. İşin güzel yanı birayı 20'lik olarak da içebilmeniz. Ayrıca vermut, mojito ve benim için en önemlisi cin tonik modası var barlarda. Fiyatların uygunluğundan hiç bahsetmeyeyim en iyisi.
O zaman işsizlik sürecinde Atina'dan başlayıp Madrid'te sonlanan "Aylaklığın 20 Güzel Günü" isimli süreci Madrid'ten tavsiyelerle bitireyim:
Fotoğraftaki Galiçya usuli ahtapotun mideye indirildiği Taberna La Solea, bit pazarının ortasında yer alan ve işi kızarmış sardalye olan Bar Santurce ve tüm bir sokağın muhteşem tapas barlarla dolu olduğu Calle Cava Baja
14.07.2015
toledo
Dubrovnik, Kotor, Ljubljana gibi ortaçağ dokusunu koruyan şehirlere bayılan bendenizin Madrid'e kadar gelmişken Toledo'ya gitmemesi şüphesiz düşünülemezdi. Yol arkadaşımız ise bizden çok çok daha kıdemli bir gezgindi.
Trenle yarım saat sonra Toledo'nun hemen dışına varıyorsunuz-ki bu sayede Madrid'in meşhur Atocha Tren İstasyonu'nu da görmüş olursunuz bu vesileyle. Kısa bir yürüyüşten sonra da zamanının başkentini çevreleyen surlardan içeri giriyorsunuz. Sonrası adeta zamanda yolculuk. Dar sokaklarda kaybolarak gezmek şüphesiz ki bu şehrin tadını çıkarmanın fevkalade bir yolu. Eğer girişlere para vermek sizin canınızı sıkmıyorsa birçok katedral, sinagog ve El Greco Müzesi de görülebilir. Özellikle kulesine çıkıp şehri bir de tepeden görebileceğiniz Iglesia de los Jesuitas'ı pas geçmeyin. Ayrıca hemen karşısındaki barda da güzel cin tonik içmek mümkün.
Şehirde bol bol kılıç (Toledo çeliği meşhurdur alemde) ve hediyelik eşya satan dükkan var. Her ne kadar o çeşit çeşit kılıçların arasında kendimi zor tuttuysam da şehrin en meşhur hemşehrisi Don Quijote'nin güzel bir heykelciği beş yıldır seyahatlerimizden topladığımız ganimetlerin yanında yerini aldı. Şehrin bir başka meşhuru da marzipan. Biz yine kaybolup da denk geldiğimiz, şaşkın şaşkın kapısından girip kendimizi koridorun sonunda gene kapalı kocaman bir kapının önünde bulduğumuz San Antonio de Padua Manastırı'nda rahibelerin yaptığı marzipanlardan aldık. Bu arada tüm iletişimimiz kapıların ardından olmayan İspanyolcamız ve döner çekmeceli bir alış-veriş sisteminden ibaretti.
Artık güneş batmaya yüz tutup da dönme vaktimiz gelince şehrin gecesi nasıl olur diye merak etmeden edemedim.
13.07.2015
madrid
Madrid ile ilgili bloglarda sık göreceğiniz bir benzetme var: Ankara'ya benzediği. Bu lafı eden arkadaşlar ya Ankara'yı ya Madrid'i görmemiş ya da ıslak havluyla dövülmek ihtiyacındalar. Yoksa mimari düzeni, parkları, müzeleri ve canlı hayatı, gecenin bir vaktinde bile eğlenen insanları ile iki şehrin tek ortak noktası başkent oluşları.
Madrid'in meşhur havaalanı Barajas. Kullandığınız havayolu firmasına göre kullandığınız terminal değişiyor. Iberia ile geldiğimiz için biz ödüllü Terminal 4'e iniyoruz. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra da bagajımızı almak için kısa bir tren yolculuğu yapıyoruz. Şehre ulaşmak için de metro ve otobüs kullanmak mümkün.
Şehir bakımsız ama güzel binalar, meydanlar ve onları bağlayan sokaklar/caddelerden ve hepsini dolduran eğlenmeyi seven insanlardan oluşuyor. En meşhur meydanlar Puerto del Sol, Plaza Mayor ve Cibeles mutlaka yolunuzun düşecekleri. Şehirde birçok da pazar yeri bulunmakta. Burada tapaslara bakıp yutkunmamak elde değil, en meşhuru da Marcado de San Miguel.
Madrid tam bir müze cenneti bu arada. Prado Müzesi'nde Goya, Dürer, Tintoretto, Velazquez gibi klasikler hemen karşısındaki Reina Sofia'da ise Picasso, Dali, Miro gibi daha yeniler... Tabii ki başyapıt Guernica. Her iki müzenin de ücretsiz giriş saatlerini kontrol etmekte fayda var. Bunun yanında göremediğimiz Thyssen-Bornemisza, San Fernando gibiler de mevcut.
Prado'nun arkasındaysa kocaman El Retiro Parkı var. Çimenlere yayılmak, ortasındaki göle bakmak şüphesiz ki sıcak havalarda hayat kurtarıcı. El Rastro ise pazarları kurulan bir bit pazarı. Her ne kadar daha çok bizim semt pazarları gibi olsa da artısı pazarın çeşitli yerlerinde canlı müzik yapan gruplar.
Eğer gelmişken flamenko da izleyeyim diyorsanız birçok seçenek mevcut. Fiyatlar biraz tuzlu, bu sebeple daha uygun fiyatlı La Quimeara'yı öneririm önceden rezervasyon yapmak kaydıyla.
Zaman zaman metroyu kullansak da aheste aheste yürüyerek gezdik şehri ve daha sonra bahsedeceğim gibi bol bol yemek yiyerek. Nitekim güzel şehirdi Madrid.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)