26.09.2020

şu an japonya'da olmam gerekirken humus ve börülce salatası yaptım

 Denklem basit. Şu an Tokyo'da küçük bir otel odasında jetlagin, bilmediğim harflerle yazılmış tabelaların arasında dolaşmanın ve son yediğim ramenlerin de etkisiyle uyuyor olmam gerekirken humus ve börülce salatası yaptım. Niye böyle oldu herkesin malumu. Biz halbuki ocak ayında çok ucuza bilet bulmuşuz diye sevinip son üç yıldaki seyahatlerden sonra artık sokaklarında LC Waikiki torbalı insan görmek istemediğimiz konusunda kararlıyken (sırasıyla Gürcistan-Ermenistan-Belarus-Ukrayna-Moldova) evden çıkamamak da varmış. En azından bilete verdiğimiz paranın %10 fazlasını ekleyip voucher verdiler. 

Halbuki o kadar da dersime çalışmış, hanımın Yunanca sınıfındaki Japon arkadaşın annesini ziyaret etmeye bile karar vermiştik. Midnight Dinner: Tokyo Stories ve Samurai Gourmet izleyip notlarımızı da almıştık.

Neyse... Borgen izlemeye devam edeyim ben. 2010 yılının İskandinav demokrasisini seyredip Kopenhag görüntülerine iç çekeyim. Yarın da suşi isteriz eve...

25.07.2020

de ki işte


Benim çok eski bir alışkanlığım var, belki de bağımlılık demek daha doğru olacak: televizyon karşısında uyuyabiliyorum, o yoksa da mutlaka bir ses oluyor. Zamanında ikame ürün radyoydu şimdi sağolsun Spotify var. Sene 1995 veya 1996 olmalı, radyo açık uyuyabildiğim gecelerden birinde taşra şehrinin yerel radyosunda bir program başlıyor. Sunucu kadın o zamana kadar hiç alışık olmadığım bazı metinler (şiir?) okuyor. Mesela okuyup yazmaya başlamadan önce evdeki tüm yazılı malzemeden ve yazma malzemelerinden kurtulmayı anlatıyor bir metin, bir başkası ise kuruyemişleri yeme sırasından. Oldukça şaşırıyorum ve bir şekilde aklıma kazınıyor bu metinler, şimdi var mıdır acaba o taşra şehrinde bu metinlerin okunduğu bir yerel radyo programı?

Bir veya iki sene sonrası elime nereden ve nasılsa hatırlamıyorum Oruç Aruoba kitapları geçti. Bir tanesindeki ilk şiirler benim o gece hafızama yerleşenler. Kitapta bir de gravür var: Dürer'in Aziz Hieronymus Çalışma Odası'nda... Sonrası ise üç bölümde haikulardan oluşuyor. İlk bölüm DE ölümden bahsediyor. O güne kadar ölüm pek de yakınımdan geçmemişti; uzak akrabalar, çok uzak geçmişte yakın akrabalar, bir de ilkokul sıra arkadaşımın üniversitenin ilk günlerinde intihar ettiğini duymam. Ölüm sanki ideolojik veya hayatı anlamlandıran bir şey olarak gelmeli diye düşünüyordum o yarım aklımla. Haikuları da öyle okudum, kafamda buna göre evirip çevirdim. İkinci bölüm Kİ tam zıt (ya da iç içe) bir konuya geçiyor: yaşam. Şimdinin kişisel gelişim kitapları, özlü ve sahte Mevlana sözleri ortalığı doldurmadan önce dört satırlık, beş kelimelik Oruç Aruoba şiirleri okur "vay be, ne kadar da doğru" der, Tekel biramızdan, Buzbağ şarabımızdan veya vişne suyuyla içilebilir hale getirdiğimiz Tekel votkamızdan bir yudum alır anladığımızı sanırdık yarım aklımızla. Halbuki bir halt anlamazdık. Ama esas ucundan bile anlamadığımız son bölüm İŞTE felsefe ile ilgiliydi.

Sonra o Oruç Aruoba kitapları geldiği gibi gitti, neredeler acaba bilmiyorum. Bir on beş sene yaşadım, ölümle de sık sık tanıştım. de ki işte hiç aklıma gelmedi neredeyse. 2011 yılında iş için Paris'e gitmiş bir gün de kaçıp kendime ayırmıştım. Petit Palais'ye uğradım ve şansıma Dürer'in gravürleri sergisine denk geldim. Aziz Hieronymus Çalışma Odası'nda da oradaydı ve Oruç Aruoba geldi aklıma. Eve dönünce tam da bir taşınma sonrasında olmanın avantajını kullanıp kitaplığa el attım ve sadece uzak'ı bulabildim. Neyse ki hanımın çeyizinde tüm serisi vardı.

Bildiğiniz üzere Oruç Aruoba'yı 31 Mayıs'ta kaybettik. Haberin üzüntüsüyle kitaplarını şöyle bir elden geçirdim, mesai harcayıp baştan okumak lazım. de ki işte'ye fazladan zaman ayırdım, böylece 25 sene önceki "ben"i de değerlendirme şansım oldu. Bir kere ölüme daha farklı bakıyorum. O genç, anlamlı ölüm imgesi gitmiş yerine hastalık, kaza ve hesaplaşma gelmiş. Artık daha bir yakın, belki kapının ardında bekliyor, fakat şu yazanlara uzağım hala; belki bir yirmi beş yıl sonra:

Kişi, tek yaşam olanağını ölümde görüyorsa;
görebiliyorsa özgürdür.

Kişinin özgür olabilmesi, ölümdür.

Ölüm, özgür olabilmektir.

"İnsan ölümlüdür"– ama, ölümü hep belli bir insan;
bir kişi yaşar; çünkü ölen insan, hep, şu belli insandır;
kişidir.

Ölüm, kişi olabilmektir.

Yaşam haikuları artık daha bir tanıdık geliyor, çünkü yıllar önce okuduklarımın hemen hepsini yaşamışım. Tabi bunları yazdığında Oruç Aruoba hemen hemen benim yaşımdaymış. Yani yaşamayı geçip bir de böyle güzel metne dökebilmiş. Benim aradaki yıllarım ise zaten aşağıda anlatılan gibi olmuş-hepimizinki gibi:

Yaşamının inişleri çıkışları olacak gerçi
(bir gün öyle, bir gün böyle…);
ama, göreceksin ki, yaşayacağın temel oluşum,
düşüş olacak: yeteneklerinin daralması;
yapabileceklerinin azalması; yaşama yürüyüşünün
tık-nefes kalması – yaşam yolunun kısalması…

Yaşarken, sürekli, düştüğünü göreceksin –
çeşitli yüksekliklerden çeşitli derinliklere…

Yaşamın, düşüşün olacak
Yaşarken düşeceksin.

Ama bu demek değildir ki yaşamın boşunaydı; önce
yükselip sonra düşerek, bir hiç oldu: Zaten, bu
yüksekliklere çıkıp, bu derinliklere düşmen, senin
yaşamının getirdiği zorunluktu- sen, sen olarak,
ancak ve zorunlu olarak, o yüksekliklere çıkıp,
ancak ve zorunlu olarak, o derinliklere düşebilen
olacaktın – oldun da, oluyorsun da,
daha da olacaksın.

Yaşamın, zaten, buydu;
bu olacak
– sen, zaten, busun;
bu olacaksın

O yükseklikler ne denli yüksek,
o derinlikler ne denli derin olmuşsa, olacaksa,
yaşamın da o denli yüksek, o denli derin olmuş
– olacak – demektir.

Yaşamın, yüksekliklerin ile derinliklerin arasında
gidip
gelecek.

Yaşamın
yüksek ve derin
olacak

Felsefe kısmı ise hala bana çok çok uzak, belki yaşlanınca merak salarım. Son olarak çok çok uzak bir zaman önce yazmaya başladığım blogda, çok çok ender yazmamla ilgili bir mazeret koyayım rahmetliden:

Yaşamı yazmaya kalkıştığında, sıkıntıya düşersin hep:
yaşadığın, yazıya gelir gerçi; ama, yazıldığında içine gireceği- girdiği – biçim, aykırılığı, çelişmesi, zıtlığıyla, seni huzursuz eder, sana sıkıntı verir.
Yaşadığını, yaşadığın biçimiyle, yazıya dökemezsin, dökülür, gider…
Yaşadığını yazamazsın.
Yazdığın da, yaşadığın değildir.

Yaşarsın belki; ama yazamazsın ki:
Yazarsın belki; ama yaşamamışsındır ki…
Yazdığın, yaşamadığındır-
yaşadığın, yazılmadan kalır;
yazılmadan geçer.

14.03.2020

mahşerin en yeni dördüncü atlısı: covid-19


Öğrenciyken de mezun olduktan sonra da bulaşıcı hastalıklar hep ilgimi çekti. Sonuçta gözle göremediğimiz bir mikroorganizma vücudumuza girmenin yolunu geliştirip içeri giriyor, kendini çoğaltıyor ve bizi hasta ediyor. Eğer başkalarına da bulaştırabilirse ne mutlu ona, hele bunu kolay yoldan ve çabuk bir şekilde yaparsa duble mutluluk. Eğer bencil değilse aslında bulaştığı kişiyi öldürmeyip bir ömür onunla yaşayıp, kendine bulaşacak başka canlılar bulması da daha mantıklı olur.

Bizi hasta eden binlerce mikroorganizma var, kiminin adını bile bilmiyoruz ama kimini ezbere sayabiliyoruz. Bir yandan da yenileri gündeme geliyor. Her sahneye çıkanla birlikte tedaviler, aşılar, önleme yöntemleri de diğerlerinin yanına ekleniyor.

İnsanlık tarihi açısından salgınları önemli buluyorum. Mesela sınıf atlamak öyle kolay değildir denir ya, on kuşak gerekir. İşte dünyayı kavuran bir salgına denk getirirseniz ve de hayatta kalırsanız, bir anda sınıf atlama şansınız ortaya çıkar. Salgınlar demokratiktir bir yandan. Sizin yıllarca övdüğünüz “en akıllı”, “en beyaz”, “en güçlü”, “en zengin” gibi sıfatlar bir gecede mezara gömülebilir. Genetiğimiz-bağışıklık sistemimiz uygunsa yaşarız, hatta bazen var olan defektler yaşama şansını artırır (bkz. Orak hücreli anemi). “Her kriz bir fırsattır” diyenleri doğrularcasına ortaçağ Avrupasında veba salgınları sonrası nüfus yarı yarıya düşmüşken maaşlar da iki katına çıkar. Hayatta kalabildiyseniz tabi...

Yine bir salgınla yaşıyoruz. Dünya tarihinde bir dönemecin tam içindeyiz sosyal medya sayesinde yaygın haber ağımız sağolsun. Bu dönem de sağ salim bitip yaralar sarılınca yeni bir dünyada yaşayacak sağ kalanlar. Çalışma dinamikleri, sağlık sistemleri, ekonomik göstergeler, açık sınırlar, kapanan ülkeler derken hepsinin kuralları baştan yazılacak. Bize de izlemesi düşecek. Aslında bakılırsa harika bir deneyimin daha çok başındayız.

Ha bu arada: ellerinizi yıkamayı unutmayın!