14.07.2021

bir yol hikayesi

 

1. GÜN



Bir haziran sabahı için fazla yağmurlu bir havada yola çıkıyoruz, ilk mini tatil kaçamağımız da bu feribotta başlamıştı ama o zamanlar üst kattaki “bizınıs” bölümünden almıştım biletleri. 8 yıllık evlilik sonrası kimsenin kimseye hava atacak hali kalmıyor. Hazır Bursa’ya gelmişken önce okulumun önünden geçip Heykel'e kadar gidiyoruz, yıllar sonra şehir gözüme şirin ve yeşil geliyor. Sonra o zamanlar da gri ve çirkin gelen kesimlerinden geçip şeftali bahçeleri arasındaki mezarlığa varıyoruz. Önceki gelişimiz şubat ayıydı, ılık bir güneş vardı, süsenler mor mor çiçeklenmişti. Kalabalığa rağmen nasıl sakin ve huzurlu bir mezarlıktı öyle… Şimdi ise bomboş ve düşen yağmur damlalarının altında yine çok huzurlu. Girişteki iki yavru kedi tüm ölümlülere inat, hayatlarının daha başında, tüm oyunculukları ile nerede olduklarını bilmeden/umursamadan taşların arasında zıplıyorlar.

Uluabat ve Karacabey’den geçerken yağmur hala devam ediyor. Neredeyse 25 yıl oldu bu yoldan geçmeyeli, küçük çevremdeki hemen hemen herkesin hayatını değiştiren ıhlamur ormanındaki o yaz tatilinden beri sanki pek bir şey değişmemiş? Ağaçlar aynı ağaç, tarlalar aynı tarla. Hara ve o güzellik abidesi atlar da duruyor hala. Neden çok az kişi biliyor burada bu kadar çok at olduğunu? Ya benim gibi çocukluktan itibaren her yaz ailece yazlığa gitmek için bu yolu kullananlar biliyor ya da yine benim gibi o delişmen lise yıllarında o garip duyguyu (hadi size kolaylık olsun da aşk deyiverin) ilk defa hissettiren hanımefendinin babasının burada çalışmasından dolayı aşina olanlar biliyor. Ha bir de gedikli ganyan oyuncuları. Sonrası Susurluk, sonrası bol peynirli tost, sonrası ayran, sonrası höşmerim…

Uzaktan arabayı izleyen birisi bizi İzmir’e doğru gidecekmiş sanırken birden yoldan sapıp Soma’ya sürüyoruz. Şans bu ya tam da biz geçerken maden faciasının davası sonuçlanıyor, ölen öldüğüyle kalıyor. Orası öyle bir ilçeymiş ki yolları delik deşik ve çamurlu, havası termik santralden dolayı kara, insanları madenlerden dolayı yaslıymış. Sanki yeryüzünde bir cehennem simülasyonuymuş. Yine şans bu ya tam ilçeden çıkarken nihayet güneş açıyor ve biz Bergama’ya ışıl ışıl varıyoruz.

Ben küçükken gelmişiz Bergama’ya ama hiçbir şey yok hafızamda. Ne ovaya hakim, zamanının en ihtişamlı şehirlerinden Pergamon; ne Anadolu’nun birçok ilginçliğinden sadece bir tanesi olan kocaman Mısır tapınağı; ne de bazıları restore edilmiş bazıları kaderine bırakılmış evleri. Zaten her şeyde böyle oluyor, eskiden görülenler, duyulanlar, okunanlar üzerlerine yenileri kaydedilmek üzere silinip gidiyor. Şanslıysak bir tutamı kalıyor saliselik anılar olarak. Yola çıkmadan methini bolca duyduğum kokoreçinden yiyoruz; evet gerçekten çok güzelmiş. Usta ben kalkmadan bir çeyrek daha alayım!


2. GÜN



Yabancı bir şehirde sanki o şehrin yaşayanıymış gibi davranmanın beni mutlu eden bir hissi var. Sokağa çıkıyorsun, insan kalabalığına karışıyorsun yetişmen gereken bir iş, buluşman gereken bir sevgilin varmış gibi. Bambaşka bir hayat ödünç almışsın gibi. Paris’te bir hafta boyunca yolun karşısındaki fırının tezgahındaki güzel gözlü kızın her sabah o cıvıltılı bonjour’u veya Bologna’da apartmanın girişindeki pastane tezgahındaki teyzeyle kafa göz kırarak anlaşmaya çalışmak. Heves ettiğim ama kurmayı beceremediğim hayatın fragmanları. İzmir’e de o kadar çok geldim ki İzmirlicilik oynayabiliyorum- en azından şehrin merkezinde, İzmir’i hiç bilmeyen birinin yanında. Yine de İşe Yarar Bir Şey’de Yavuz’un bütün gün önünde oturup da üst komşunun çellosundan Bach dinlediği pencereyi bulamadım.


3. ve 4. GÜN



Antik şehirleri gezmek insanlık hatta dünya tarihinde ne kadar az ve gereksiz bir yer kapladığımızı gösteriyor. Efes, Priene, Milet hepsi de görkemli, deniz kenarı şehirlermiş zamanında. Şimdi yıkık, terk edilmiş bir şekilde yemyeşil ovaların ortasında duruyorlar. Hep merak ediyorum yüz sene sonra şu an durduğum yer, sizin bu yazıyı okuduğunuz (tabi okuyan varsa) mekan kim bilir ne halde olacaklar? Bir yandan da zamanın gerisinde kalıyoruz. Mesela Milet’te Faustina hamamında güzeller güzeli bir Meandros heykelinin gölgesinde yüzüyormuş insanlar, bugün ancak çok zenginlerin tadabilecekleri bir lezzet.

5. - 10. GÜN



Tatilin ilk gün heyecanını atlattığımız an aslında sonuna da gelmiş oluyoruz, aradaki günler hızlıca yenilip yutuluyor. Yapılacaklar listesinden bazı maddeler siliniyor bazıları bir sonraki sefere erteleniyor, zaten önceki seferden devredilip devredilmediğine bakılmaksızın. Ama bu sefer mutlaka yapılması gereken bir iş var, listenin en tepesine yazılmış, yanına ünlemler yıldızlar eklenmiş: babamın kütüphanesine girişilecek! Neredeyse kırk yılın birikimi, dünya görüşü; tüm kitaplara okuduğu tarih not edilmiş, çoğunun altı çizilmiş, hatta notlar alınmış. Kısa bir ömre doldurulmuş kocaman bir entelektüel miras. Gel gör ki bazıları çocuklarının ilgisini çekmiyor, acaba bugün hayatta olsa kendisininkini çeker miydi hala? Ben eve götürmek üzere altı koli yapıyorum, sonra bir vakfa göndermek üzere altı koli daha yapıyoruz. Bir o kadarı kalıyor, artık annem ne yapar bilemiyorum. Ben bir tam gün iç içe geçirdim ve kalbim sıkıştı. Peki ben ölünce kalan kitaplarım ne olacak? Zaten artık çok az kitap tutuyorum, gerisi sahaflara, eşe, dosta. Ülkenin yayıncılık kalitesi, basılan kitapların çevirisi gün geçtikçe kötüleşiyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan bir Yazıcı Bartleby baskısında Murat Belge’nin New York State’i New York Devleti diye çevirdiğini gördü bu gözler…


11. GÜN

Ve işte tatilin o son günü. Öğle yemeğini Manisa Oto Sanayi’de olacak şekilde ayarladıktan sonra sırasıyla Bafa Gölü’nden çilek (Bodrum ve civarında ciddi bir çilek yetiştirme faaliyeti başlamış, sonuçlar fevkalade!), Kırkağaç’tan kavun, Susurluk’tan peynir, Uluabat’tan soğan alıp arabayı gurbetçi kıvamında doldurduktan sonra güneş batma hazırlıkları yaparken Bursa’nın benim zamanımda tarla, şimdi bina olan tarafından giriyoruz. Ay  yükselirken Yalova’dayız. İstanbul’a adım atar atmaz mis gibi bir ıhlamur kokusu karşılıyor bizi. Kürkçü dükkanına döndük işte…


EKLER

Yol müzikleri: Hep TRT Radyo 3 açıktı, Yeni Türkiye’nin yok edilmemiş ender vahalarından. Teknoloji de gelişmiş yol aldıkça radyo da değişen frekansa göre ayarladı kendini bizi pek müziksiz bırakmadı. Aliağa’dan geçerken Erdek’teki yazlığında olan bir rockçı kardeşimiz/ağabeyimizin istek şarkısı, Torba kavşağında avangart caz, İassos'ta Rahmaninov, Orhangazi ışıklarda Frances Ha film müzikleri bizimleydi.

 

Yol kitabı: Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Orta okuldan beri ayrılmayan  en yakın arkadaşıyla zamanında aynı kıza aşık olmuş birisi olarak beğendim. Şu an hayatımda en çok eksikliğini hissettiğim şey de öyle birisiyle uzun uzun konuşamamak, bir kadeh bira içememek. Evet, benim de büyük çaresizliğim yediğim gençliğim.

3 yorum:

benim dedi ki...

Yazının ortalarındaki sorunuza binaen: Ben evimde okudum bu yazıyı. Başkentteyim. Daha bir kaç gün önce 100 yıl önceki fotoğraflara baktım ve o hayatın izlerini inceledim (müzede). Senede bir geliyorum, her gelişimde elbette değişiklikleri farkediyorum. Bazısı ufak, bazısı maalesef devasa. Bu hafta en çok dikkatimi çeken, Ankara'nın serin gecelerinin ve güzel bozkırının yavaş yavaş elimizden kayıp gitmesi idi.
Kısa süreli ziyaretlerde benzer duygular oluyormuş demek. Uzun listelerde üstü çizilemeyen maddeler gibi, hatta ayıklanması gereken kitaplar! Benim ayıklamam daha uzun sürdü. Özenli, yumuşacık bir dilde yazılmış (ve baskı hatalarında çocuksu bir samimiyet gördüğüm) eski baskı kitaplara bakıp içlendim.

hirondelle dedi ki...

ankara'nın serin gecelerinin nasıl elden gittiğini şu sayfada bilimsel olarak göstermişler, ama diğer değişiklikler evet gelip gördükçe daha da çarpıcı oluyor https://www.nytimes.com/interactive/2018/08/30/climate/how-much-hotter-is-your-hometown.html?smid=tw-share&mtrref=t.co&gwh=761385A1BF46943CF08EB3F309E02823&gwt=pay&assetType=PAYWALL

o kitapların sanki suluboyayla yapılmış kapakları var bir de, bazen sırf onlar için tutmak istiyorum ama bir şey engel oluyor.

Onder dedi ki...

İzmir Gezilecek Yerler