10 yıl önce taşındığımızda çaprazımızda yer alan ahşap Rum evi çoktan yanmış, bir harabe haline gelmişti. Yağan yağmurlar, üzerinde gezen hayvanlar sağ olsun gün be gün doğanın orayı ele geçirişini izledik pencereden. Tahtalar düşüp bina zemine yaklaştıkça hem Boğaz Köprüsü'nü hem de mahalle kilisesinin kubbesini gören bir manzaramız da oldu. Kediler için ideal bir gezinti, avlanma ve üreme alanıydı. İki kere sansar gördüm mesela. Kargalar tuğlaların arasını büyük bir zevkle gagalıyordu sonra. Her bahar harabenin dört bir yanından aslanağızları, gelincikler fışkırırdı. 6-7 sene önceydi sanırım, yine bir bahar başı kalasların arasından yükselen iki ağacın silme tül gibi mor çiçeklerle dolduğunu görüp inanamadık. Yapraktan önce çiçek açan manolyayı biliyorduk da bu neydi acep? Biraz araştırınca adlarının pavlonya olduğunu öğrendik de nasıl olup tohumların oraya kadar geldiğini asla anlayamadık. Kendileri çiçekten sonra koca koca yapraklar verdiğinden o köşeyi tam bir bahçeye çeviriyordu, minnettardık kendilerine. 3-4 sene önceydi, bir akşam evde otururken ayakta kalan yan duvar gürültüyle devrildi. Çok üzüldük tuğlaların altında kalıp gözden yittiklerinde, bir yazı hayat belirtisi göstermeden geçirdiklerinde. Sonraki sene ilk çiçekleri gördüğümüzde ise çok mutlu olduk.
Bilen bilir bu tür evleri tarihi eser oldukları için restore etmek çok zor ve pahalıdır. Enkazı kaldırmak bile izne bağlı ve pahalıdır. Uzun uzun sürelerin sonunda paralı biri gelmiş binayı almış gerekli izinlere de başvurmuş. Binayı torba torba kaldırmaya başladılar. Elbette pavlonyalara da veda anlamına geliyordu bu. Meğer kendileriyle geçirdiğimiz son yazmış bu yaz, nereden bilecektik?
Mutluluk veren en ufak şeyin bile elimden alındığı bir dönemdeyiz sanırım. Nefes almak bile güçleşiyor artık...