Baştan söyleyeceğimi söyleyeyim: Ben buraya Venedik'i övmeye değil gömmeye geldim! Nitekim şehir her geçen gün biraz daha sulara gömülüyor, daha dün konuyla ilgili bir haber daha çıktı.
Akılda kalması gereken ilk bilgi: Venedik çok pahalı. İkinci bilgi: mutlaka kaybolacaksınız. Şehirle ilgili tüm planlarınızı bu iki bilgiye göre yapın lütfen.
Zamanında bir adaya kurulup da dünya ticaretine hükmeden, zenginlik içerisinde yaşayan ve kanallar ağının meydana getirdiği bir şehri gezmek gerçekten enteresan ama aynı zamanda da yorucu. Nitekim dar sokaklarda gezerken kısa sürede kayboluyor, çıkışı buldum sanırken aniden bir kanal tarafından yolunuz kesildiği için geri dönemk zorunda kalıyorsunuz. Ya da gitmek istediğiniz yer sizin hiç aklınıza gelmeyecek dar hatta dapdar bir sokağın sonunda yer alabiliyor. Ve bu daracık sokaklar inanılmaz klostrofobik olabiliyor. Tüm bahsettiğim enteresanlıklar da dünyanın dört bir yanından turist gruplarını şehre çekiyor ve dar sokakların dolmasına, mekanların da pahalılığına yol açıyor. Gitmeden önce okumanızı önereceğim iki şey var: birisi bir kitap diğeri de altı ay orada yaşamış olan bir arkadaşımın samimi bir yazısı
Bizim Venedik seyahatimiz son anda belli olduğu için kalacak yer bulamadık, zaten söylenen Venedik'in içinde kalacak yerlerin pahalı olduğuydu. Bu durumda önce herkesin önerisi olan şehin anakarayla bağlantı yeri olan sanayi bölgesi Mestre'ye baktık ama yine yer yoktu. Bu durumda en akla yakın çözüm trenle yarım saat uzaklıkta olan Padova'da kalmaktı. Gidince anladık tüm otellerin dolu olma sebebini: tam gittiğimiz gün 56. Venedik Bienali de başlıyormuş meğer. Burada bir parantez açıp İtalyan trenlerinin çalışma sisteminden bahsedeyim: biletinizi gayet kolay otomatik cihazları kullanarak alabiliyorsunuz, ister nakit ister kredi kartıyla. Trene binmeden yapmanız gereken perondaki cihazlarda biletinizi onaylatmak, fakat benden duymuş olmayın ama trene sekiz kez bindik ve karşılaştığımız kontrolör sayısı sıfırdı...
Neyse şehre nihayet ulaştık. Benden tavsiye bol bol kaybolacağınız için her görmek istediğiniz yeri göremeyebilir her yapmak istediğinizi yapamayabilirsiniz, planınızı ona göre yapın. Şehrin merkezi San Marco Meydanı. Venedik Cumhuriyeti'ni tüm haşmeti ile hissedebiliyorsunuz. San Marco Bazilikası, müzeler, Dükalık Sarayı, saat kulesi, sütunlar falan derken insanın kendinden geçmesi gayet mümkün ama etraf o kadar kalabalık ki, özellikle Çinliler o kadar selfie çubuğu meraklısı ki insan ağız tadıyla etrafı seyre dalıp hayal kuramıyor. Bu arada meydanda bir çok cafe ve restoran var ama o kadar pahalılar ki önünden geçmeye korkarsınız. Biz aylak aylak dolaşırken bir köşede İlly Cafe ile Sebastiao Salgado'nun ortak projesi olan fotoğraf sergisine denk geldik, daha yeni o müthiş Wim Wenders belgeselini izlemişken üstelik sergi de beleşken büyük bir zevkle içeri girdik. Eğer tarihleriniz uyarsa mutlaka görün.
Venedik'in pahalılığı ve uyanıklığı burada kendini gösteriyor: Dükalık sarayına girmeye karar verip euroları bayıldınız bilete. Yetti mi? Elbette hayır. Eğer zamanında 4. Haçlı Seferi sırasında Bizans'tan yağmalananları görmek istiyorsanız ayrı bir bilet alıp bir tutam euro daha bayılmak zorundasınız.
"Venedik nasıl bir yerdir?" sorusunun en güzel cevabı San Marco Meydanı'ndan uzaklaşıp kenar mahallelerde gezinmek. O zaman karşınıza havanın sıcaklığı ne olursa olsun yün paltolar giymiş yaşlı teyzeler, çocukların scooterla gezdiği küçük meydanlar, onlarca yıldır muhtemelen aynı çalışanlarla var olan cafeler ve dokununca dökülen binalar çıkacak. Gidip alın kahvenizi/spritzinizi ve bulduğunuz bir dar sokakta merdivenlere oturun. O zaman hayalini kurabilirsiniz işte geçmişin Venedik'inde yaşamanın.
Gondola binmedik, vaporetto'ya bindik (7 euro bilet parası mı olur Allahsızlar, neyse ki trenlerdeki tavsiye burada da geçerli). Vakit kalmayınca plandaki çoğu müzeye gidemedik. Lido, Murano, Burano adaları zaten aklımızda yoktu. Dorsoduro'ya, Akademi'ye falan da gidemedik ama yarım günü Bienal bahçesinde oturup aşağıdaki manzarayı izleyerek geçirdim. Adriyatik'ten gelen rüzgarın taşıdığı deniz kokusu varken neden ara sokaklarda kaybolayım diye düşündüm. Venedik'i pek sevmedim fakat Corto Maltese'nin "Venedik benim sonum olacaktı" demesine saygı duydum.
2 yorum:
İki kez gitmiştim, ilkinde aileyle olduğum için ve tur olduğu için kalacak yer sıkıntısı yoktu (şimdi dönüp bakınca, zaten çocuk ve ergen olmanın en büyük lüksü planı ayarlamaları tek başına plan yapmaMA lüksüymüş (oysa o yıllarda bunun tam tersini, kendi başına yaptığın işleri lüks sayarsın)) ikincisinde backpack'le iki kız gidip şans eseri galiba son derece boş olan çok merkezi IH hostelinde kalmıştık ama odalar kız erkek ayrıydı ve çiftlere ayrı oda yoktu (?! vatikan mı yönetiyordu nedir). Yine gitmek ve senin yaptığın gibi Podova'da kalmak istiyorum, daha sakin sanırım. İstediğinde git karmaşaya gir çık..
Bu arada maske aldın mı maske :D
Ben de ilkinde küçükken aileyle gidip ertesi gün Yugoslavya topraklarına geçmiştik. Padova'ya gidince üniversite ve adına kampüs denilen heyhüla hastane binasında geçen gençliğime acıdım...
Maske almadım yav, ucuzlar çirkin güzeller çok pahalıydı :) Onun yerine iki küçük ve güzel Corto Maltese eşyası aldım.
Yorum Gönder