29.12.2011

geçen seneye göre ne değişti?

Bir sene önce bu vakitler şunu yazmışım başka mecralara:

"...sabah uyandığımda hava soğuk ve kasvetliydi. yan odadan Türkçe pop şarkısı geliyor. Duş alıp traş oldum, takım elbisemi giydim ve 400 şirkettaşımla açık büfede omlet sırasına girdim; yakamızda rozetimiz. Halbuki Luang Prabang'da sabahın köründe nemli bir sıcağa uyanıp pirincin üzerine atılmış yumartamla yapabilirdim kahvaltıyı. Kısmet..."

Luang Prabang'a hala gidemedim. Bu sene daha mutlu muyum neyim omlet sırasında? Asimilasyonum mu tamamlandı?

"Seneye bu toplantıda olmam" dediğim her toplantıda oldum. Bu sefer "seneye bu toplantıda olurum" diyorum. Bakalım neler olacak?

22.12.2011

tiran prizren yolu

Yine sabahın köründe kalkıp otobüsün yolunu tuttuk. Külüstür otobüse ulaşır ulaşmaz ön koltuklara kurulduk. Dedim ya Arnavutlar pek misafirperver diye, yeğenini Kosova'ya geçiren bir teyze bize de el sallayıp iyi yolculuklar diledi. Otobüs mürettabatımız üç kişi: biri genç biri yaşlı şöför ekibi ve Avarel Dalton'a benzeyen muavin.

Yola çıktıktan sonra ilk vukuatımızın geleceği ekibe gelen ve bağrış-çağrış/fevri hareketlerle cevaplanan aramalardan belliydi. Nitekim 45 dakika sonra kenara çekip beklemeye başladık. Bir taksiyle gelen yaşlı çifti alıp yolumuza devam ettik. Tabii devam ederken otobüsün sağ ön kapısı kapanmadığı ve rüzgar nedeniyle sallandığından şöförümüz aracı durdurup iniyor ve tüm kuvvetiyle kapıyı dışarıdan itip yoluna devam ediyordu. İkinci vukuat da gecikmedi. Yol kenarına dizili meyve tezgahlarının yanında durduk, otobüse binen olmadı inenlerse bizim üç kişilik mürettebattı. Yolcuların bakışları arasında kuru incirlerini alıp otobüse bindiler, inciri yolculara dağıttılar.

Tiran'dan sınıra kadar yol yeni yapılmış ve güzel; malum Kosova Savaşı esnasında UÇK'ya malzemeler bu güzergahtan iletiliyordu. Sınıra gelince Kosova polisi pasaporta damgalarımızı vurdu-Sırbistan problem çıkartabildiği için isterseniz vurdurmayabilirsiniz. Kosova topraklarında mola verip sabah soğuğunda karşıdaki bz dağları izledik. Ülke çok fakir. Tito'nun bile Enver Hoca'ya vermeyi istediği üvey evlat. Yugoslav iç savaşının kıvılcımlarının çaktığı yer. Savaşın yerle bir ettiği, hala NATO askerlerinin varlığını sürdürdüğü, etnik gerginliğin devam ettiği topraklar.

Bunları düşünürken bir benzin istasyonuna giriyoruz ve Arnavut usulü tartışmaya tanık oluyoruz. Herkes otobüsten indiriliyor ve arkadan bir yerlerden gelen, ön camında kocaman bir çatlak olan otobüse transfer ediliyoruz. Bir bağrış ve kaos hakim.

Biraz sonra Prizren'e varıyoruz. İnternetten okuduğum ve gördüğüm kadarıyla şehir merkezinden geçiyoruz ve kalacağımız yer de orada. Fakat şöförden hiç işaret yok, durmazsak soluğu Priştine'de alacağız. "Prizren?" diyorum kafasını sallıyor. İneceğimizi işaret ediyorum duruyor. Bagajdan çantaları alıp aşağı doğru yürüyoruz...

16.12.2011

berat

Berat Tiran'ın güneyinde UNESCO Listesi'nde yer alan şirin bir kasaba. Eski evler korunmuş olduğu için insan kendini eski bir Osmanlı kasabasında yürüyormuş gibi hissediyor. Velakin biz feci bir yağmura yakalandığımızdan tadını çıkartamadık. Önce Etnografya Müzesi'nde oyalanıp sonra kaleye tırmandık. Esas hazine de kalede zaten: Onufri İkona Müzesi. 16. yüzyılın büyük ikona ustasının -ve onun öğrencilerinin de- paha biçilmez eserleri bir kiliseye doldurulmuş, eğer dikkat etmezseniz yanından geçip gideceğiniz şekilde bekliyor. Arnavutluk turizmle yeni yeni haşır neşir olduğundan ne yazık ki bu harika ikonalar ancak bir avuç meraklı tarafından görülebiliyor.

Bir başka hazine ise fazlasıyla kişisel. Dinmeyen yağmurdan bezip karnımızı doyurmak için iki teyzenin işlettiği küçük bir lokantaya sığındık. Leziz börekleri ve patlıcan yemeklerini götürdükten sonra müessesenin ikramı geldi: galaktoboureko! Rahmetli ananem yapardı bu tatlıyı, bu da demektir ki yaklaşık yirmi senedir yemiyormuşum.

Peki Tiran'dan nasıl gidilir Berat'a? Şehrin bir noktasından minibüsler (furgon) kalkıyor, taksiye binip sormak en mantıklısı çünkü habire yerleri değişiyormuş. 2,5 saatlik zor bir yolculuk. Kişi başı 500 lek (1 euro 150 lek). Biraz yolculuğun ayrıntılarından bahsetmem lazım: minibüsün şöförü (ki tip olarak gayet Kadıköy-Pendik hattından gelmiş bir Muhittin Abiydi) bizi alıp yan yana oturtma çabasına girdi. Bu amaçla da yolcularla kavga etmekten çekinmedi, ama genç bir yolcu inatçı çıkınca (bkz. Arnavut inadı) başarılı olamadı. Yolda da kavgalarına devam eden Muhittin Abi kendisini sollamaya çalışan bir cipi (tahmin edin markası neydi?) karşıdan gelen tırın altına atma girişiminde bulunmaktan çekinmedi. Buna karşılık bizim rahatımız için elinden geleni yaptı. Nitekim daha önce üç beş lek için kavga etmekten çekinmeyen Muhittin Abi inerken verdiğimiz parayı alırken pek mahzun baktı. Dönüş yolu da aynı abinin minibüsünde aynı kaosla geçti.

Dilini bilmediğiniz insanların kavgalarını izlemek, neler olup bittiğini anlamaya çalışmak ne keyiflidir; değil mi? Nitekim bir benzerini Tiran-Prizren yolunda yaşadık. Az sonra...

13.12.2011

ya corto yaşasaydı

Malum Corto Maltese'nin yeri apayrı bende. Topu topu 10 cildin ve bir romanın etkisi neredeyse binlerce sayfalık kitaplar kadar. Eh gün içinde Corto efendi yaşasaydı bugünlerde neler geçerdi başından diye düşünmem de gayet normal.

Muhtemelen 17 Aralık 2010 günü yine bir hazine peşine düşüp geldiği Tunus sokaklarında avare avare dolaşırken Muhammed Bouazizi'nin kendisini yaktığı haberi gelir kulağına. Bin Ali ülkeyi terk ederken de gene oralardadır. Sonra Tahrir Meydanı'ndan geçer yolu. Ve elbet denize açılıp kıyısından geçtiği bir ülkede maceralara atılır -ben diyeyim Yemen siz diyin Suriye. Eve dönüş yolunda da -ki yoktur öyle bir yer- Kaddafi'nin ölüm haberi gelir kulağına.

Velhasıl ay sonuna kadar imanımı gevretecek koşuşturmada nefes aldırıcı bir şey bunu düşünmek benim için. Şimdi işe dönme zamanı...

11.12.2011

tiran

Yıllarca izole yaşamış komünist küçük bir ülkenin yeni yeni dışarıya açılan başkenti Tiran. Şehrin ilgi çeken iki bölümü var: İskender Bey Meydanı ve Blloku.

Blloku komünist dönemde yöneticilerin evlerinin ve de hükümet binalarının olduğu kısım. Şimdi lüks arabaların, pahalı kafe ve lokantaların mekanı olmuş durumda. Aynı zamanda meşhur boyalı binaların çoğu da bu bölgede bulunuyor. Peki nedir bu boyalı binalar? 2000 yılında Tiran Belediye Başkanı olan Edi Rama bir sanatçıdır. Elde gri çirkin binalarla dolu bir şehir vardır. Güzel bianalar dikmeye de para olmayınca Edi abi çağırır ressam arkadaşlarını boyatır binaları rengarenk ve ortaya gayet enteresan bir görüntü çıkar. Blloku bölgesinde dikkat çeken başka bir bina ise Piramid. Enver Hoca'nın kızı tarafından yapılan ve Enver Hoca Müzesi olması planlanan bina rejimin çöküşüyle birlikte halkın yıllarca baskı altında kalmasına verdiği tepkiyle önce kongre merkezine sonra da Mumya(!) ismiyle gece kulübüne dönüşür. Şimdiyse etrafı otopark olarak kullanılan bir virane.Bağlantı
Eski Yugoslavya'da özellikle yaşlılar Tito'ya özlem duyarken Arnavutluk'ta Enver Hoca tamamen anısı silinmeye çalışılan bir figür. Nitekim kendisine dair tek bir ize bile rastlanmıyor. Bununla birlikte Arnavutlar için iki isim ön planda: ulusal kahraman İskender Bey ve Rahibe Teresa. Nitekim şehrin kerteriz noktası da fotoğrafta görülen heykelinin merkezinde olduğu İskender Bey Meydanı. Şu an toptan bir inşaat halinde ve etrafında İtalyan mimarisi binaları, Ethem Bey Cami, saat kulesi, opera binası ve antik dönemden 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar Arnavutluk tarihini anlatan Ulusal Tarih Müzesi var.

Peki kimdir bu İskender Bey? Prensken Osmanlı'ya rehin verilen, Gjergj Kastrioti olan ismi savaşçılığından ötürü İskender'e devşirilen ve sonra da Osmanlı'ya karşı gelip ölene kadar kök söktüren bir savaşçı. Osmanlı ancak onun ölümü sonrası Arnavutluk'u ele geçirirken Arnavutlar da Müslüman olmak kaydıyla özerkliklerini korur. Bundan dolayıdır ki Balkan ülkeleri arasında bağımsızlık mücadelesinin önderi Mektebi Sultani mezunu isimler olan tek ülke Arnavutluk'tur.

Rahibe Teresa ise Arnavutlar ve Makedonlar arasında çekişme nedeni. Her iki taraf da Teresa'nın kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. İşin özeti şu: Osmanlı hakimiyetindeki Üsküp'te doğan, Hindistan'da ölen, Gonca isimli Arnavut bir Katolik kendisi.

Arnavut yemekleri Türk yemeklerine benziyor. İtalyan etkisiyle bir kahve kültürü de yerleşmiş. Blloku'daki Era ve İskender Bey Meydanı'na yakın Oda Arnavut yemeklerini yemek ve rakı içmek için güzel iki mekan. Yemek isimleri de Türkçe'ye çok yakın. Ayrıca marketlerdeki sıradan ayranlar, yoğurtlar vs bizdekilerden kat kat güzel, o doğal tadını aşıyorsunuz daha kutuyu açınca. Pastanelerde de güzel çeşitler var.

Bir de tüyo: Arnavutluk'ta iki türlü teşekkür etme şekli var: Arnavutça "falaminderi" ve Osmanlı etkisiyle "eyvallah". İkinciyi kullanınca "Türk müsünüz?" sorusuyla karşılaşıyor ve zaten misafirperver olan halkın daha da sempatisini kazanıyorsunuz.

9.12.2011

sekiz dokuz cim morison ağa

Nasıl ki sahip olduğum ilk kasedi ilkokulun yılbaşı çekilişinden elde ettiysem (Michael Jackson-Bad) sahip olduğum ilk CD'yi de peder beyin yılbaşı hediyesi sayesinde elde ettim (The Doors-Soundtrack). Annem ilkinde kasedi dinleyip moonwalk yapmayı deneyip kafayı gözü yarmamdan korkmamıştı ama ikincisinde "dis is dı end" diyip keş olmamdan korkup babamı fırçalamıştı. Neyse ki annemi site yöneticisi yaptık da kardeşimle biraz nefes aldık son yıllarda...

Bu sene Paris'teykene "keş" iş arkadaşlarım kongreyi kırıp Jim Morrison'un mezarını görmeye gittiler. Eskiden olsa giderdim ama Albrecht Dürer sergisi gezip Fransız kızlarla kahve içmek daha cazip geldi. Entelleşiyorum muntazaman. Hem yine peder bey sağolsun görmüştüm hep o civarları zamanında.

Dün öğrendim ki Jim Morrison 8 Aralık doğumluymuş. Sonra aklıma bu hediye meselesi geldi. Bir baktım ki hediyeyi alanın da ölüm yıldönümü olmuş bugün; dört koca sene geçmiş, unutulmaya başlanmış sanki anılar. Budur yazının sebebi.

Akşama CD'yi dinleyip rakı mı içsem şerefine...

8.12.2011

sen ne güzel abimizdin-11

Hayal meyal hatırlıyorum Fransa maçında kaçırdığı penaltıyı. Adı gibi filozof, bir meslektaş, harika bir futbolcuydu...

2.12.2011

rejimle olan bitmek bilmez imtihan

Obezim. Kendimi bildim bileli göbek sahibiyim, üç yaşıma ait ses kayıtlarında babaım "göbeğini yerim oğlumun" diye sevmesi bunun bir kanıtı. Ortaokul ve lise yıllarında deliler gibi basket oynadığımdan gayet fit bir vücudum vardı gerçi ama ne zaman ki geldim İstanbul'a gayet hımbıl bir insana dönüştüm. Gerçi bir yaz tatilinde gaza gelip mahalledeki spor salonuna gitmişliğim var ama ne fayda... O günden kalan tek olumlu şey çaya kahveye şeker atmamam oldu.

Sonra 2005 yılında bir kafa geldi bana. Gittim şık bir spor salonuna üye oldum ve yaklaşık 1,5 yıl boyunca haftada 3 gün sporumu yaptım, yediğime içtiğime gayet dikkat ettim. Sonuç: Verilen 10 kilo. Hemen akabinde acemilikte yiyecek bir şey bulamamaktan ve uykusuzluktan üstüne verilen 5 kilo gayet güzel olmuştu. Sonra verdim kendimi yemeğe ve ofis hayatına, oldum bir duba.

Evet rahatsızım ben obezliğimden. İlk aşamayı tamamladığına göre (kabullenme) faalyete geçme zamanıdır. Bu konuda en sürdürülebilir beslenme şeklinin taş devri diyeti olduğuna inanıyorum. İnanıyorum da nasıl uygularım bilmiyorum. Çünkü karbonhidratı kesmek demek öğlen iş yerinde çıkan makarna, çorba ve pilavdan uzak durmak demek. Bu da aç kalmak demek. Hani desem ki sadece evde uygulayayım; ne yazık ki kış geldi. Kış gelince doğa ölür, bize vere vere kereviz, pırasa ve lahana verir. İnsan olan da yemez bunları, isterse taş devrinde mağarada yaşasın.

Geçen gün bizim hanım lahana pişirmeye karar verdi misal. Önce lahananın ebatlarını bir göz önüne getirin. Biz de bir arkadaşla ortak aldık lahanayı, Migros'ta böldürdük. Ertesi gün eve geldiğimde o yarım lahananın doğranarak çoğaldığını ve mutfağı ele geçirdiğini tecrübe ettik. O kadar çoğaldı ki pişirecek tencere bulunamadı (kendine not: yarın Eminönü'nden kazan alınacak). Pişerken tüm ev lahana koktu ve biz o akşamı lahmacun yiyerek tamamladık. Pişince kapuskaya dönüşen lahanaya pek el sürmedim her mantıklı insan gibi, birazını lahmacuna katık ettim çiğ çiğ.

Velhasıl kelam kışın ya sağlıksız beslenmeye mahkumum ya da kış uykusuna yatmaya. İkincisi mümkün olmadığına göre...